25 Kasım 2010 Perşembe

Bunu ben mi yazmışım?


Blog yazmaya yazacak bir şeyi olduğu için başlayanlardan veya bir konuda uzman olup ahkam kesen, akıl ve yöntem dağıtanlardan değilim. Öyle bir heves, bir merak, ulan millet yazıyor elbet benim de söyleyecek 3-5 kelamım var, olacak en iyisi ben de bir blog açayım, oraya yazarım belki okuyan bile çıkar diyerek soyundum bu işe. Tabii sonradan fark ettim ki soyunma eylemi ilgi çekmek için yapılıyor işle falan ilgisi yok. Epey zamandır ara ara gelip içimi döküyorum haggetten rahatlıyorum. Hani şair demiş ya; içinde kalıp seni rahatsız edeceğine, tutma dök içindekileri başkalarını rahatsız etsin. Tabii bunu duyan adamın Türkçenin oraya buraya çekiştirilmesinden faydalanmak suretiyle ortaya yere koy vermesi bence de hiç komik değil. Ama soruyorum şimdi sizlere; yapacak bir şey var mı? Cevap veriyorum sizin yerinize; yok.

Gel zaman git zaman günler, haftalar, aylar hatta inanmazsınız ama yıllar geçiyor. Hadi bunu da benden öğrenmiş oldunuz böylece. Size ara ara böyle enteresan, hayatta nerede karşılaşacağınızı, işinize yarayacağını bilmediğim saçma sapan bilgiler verebilirim. Bence artık bunu kabullenin. Genel kültürüm geniştir söylemesi ayıp değil ama. Neyse şimdi Einstein’lan aramızı bozan görelilik-görecelilik konusuna tekrar girmek istemiyorum[yazlarımı takip edenler hatırlayacaktır(*sonradan eklenen kısım, hep böyle cümleler kurmanın hayaliyle yaşadım, artık öleyim ben)], sinirlerim bozunuyor sonra(ya da dur kendi kendime bir şekil yapıyim yukarıya tekrar döneyim*). İşte mesela böyle basit, böyle kendi çapımda espriler yapabiliyorum, ikileye biliyorum, cümleleri istediğim gibi deviriyorum ya, inanır mısın bana yetiyor. Hani bir yumak iple oynayan bir kedi gibi veyahut bu kedinin kuyruğunu çekiştiren bir çocuk gibi mutlu oluyorum lan! İstediğim noktalama işaretini kullanmamı, kelimeleri kasıtlı olarak yanlış yazıp böyle sempatik bir hava oluşturmak niyetinde gibi görünerekten asıl amaç olarak Türkçeyi bozma çalışmalarına destek verebilme özgürlüğünü, böyle komplolar üretip inanan insanların olmasını(bunlara beğenmiyorsan zigigit! Diyebilmeyi) falan seviyorum. Bir ara cümle çok uzadı n’oluyoruz, nereye gidiyoruz dedim ama zannederim sonunda tekrar toparladım. İşte hep böyle oluyor amısına koyim ya! İnanır mısın azizim iki satır bir yazı yazayım epeydir yazmıyordum diye başladım ama daha aklımdaki konuya bile gelemedim, başlıkla bağlantıyı bile kuramadım. Mahsuna senaryo mu yazsam lan. Uzun uzun kalabalık kalabalık yazarım ağğbii ama hiçbir şey anlatmam desem yer mi? Neyse bu paragraf çok uzadı ben bir paragraf başı yapayım.
Dikkat çekmek için konulmuş alakasız resim


Bütün iyi niyetimle yazmaya başladığım blog yazılarım(tıpkı bu yazı gibi) hep böyle cıvık haller alıyor ya da o anki duygu yoğunluyla yazınca sonradan tekrar okumak beni şaşırtıyor. Bakıyorum önceki yazdıklarıma ulan bunu ben mi yazmışım diyorum kendime. Çeşit çeşit ruh halleri, tripler, aforimazlar(ilk defa aforizmayı cümle içinde kullanıyorum, tam bilmeden yapıyorum ama güzel durdu bence bırakın ben de mutlu olayım işte böyle basit şeylerlen). Misal bu yazı, bir hafta sonra tekrar okuyayım anaa ne saçma sapan şeyler yazmışım diyeceğim. Ama biliyorum ki saçma sapan şeyler yapmaktan zevk alıyorum. O yüzden yadırgamayacağım kendimi. Netice de ben böyle biri değilim, ama ola da bilirim?! Orası henüz net değil. Çok sık sorar oldum kendime bunu ben mi yazmışım? Diye. Şarkı sözü gibi, şiyir gibi yazarak noktayı koydum gene eheheh.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Mardin Kapı o kadar da şen olmadı

19 günlük iznim çok hızlı bir şekilde geçti, bitti(nereden bakarsan maksimum 8-10 günde bitmiştir) ve Diyarbakır’a geçtim. KTM’ye katıldım ve asıl görev yerime postalanmayı bekliyorum, kurbanlık koyun gibi. Tabii bu arada elimdeki Diyarbakır’ı gezme, yeme, içme fırsatını da sonuna kadar olmasa bile bir miktar kullanıyorum önümdeki 5 ayı hatırladığımda özellikle. Birkaç gün daha önceden bildiğim yerlere gittikten sonra bugün bir değişiklik yapmaya karar verdim. Daha önce gitmediğim bir yere gidecektim; Mardin Kapı. Yıllar yılı düğünlerde, bilmem nerelerde “Mardin kapı şen oluuuur / le leee / le leee / le hanım” şeklinde gelişen türküyü yukarıda yazdığım kadar bilirdim ama Mardin kapı derken Diyarbakır’ın meşhur surlarının bir kapısından bahsettiklerini bilmezdim, yola koyulan tabelayı görene kadar.



Hazırlandım, fotoğraf makinemi aldım ve Mardin kapıya gitmek – ne kadar şen olduğunu görmek için yola çıktım. Nerede olduğunu bilmiyordum ama olsundu bir şekilde bulurdum. Diyarbakır belediye binasına doğru yaklaşırken uğultuya benzer sesler ve polisler görünce meraklandım ve tırstım. Yaklaşmaya devam ettim ve miting-ile eylem arası bir olayla karşı karşıya olduğumu gördüm. Kalabalık bile sayılmazdı birkaç yüz kişi vardı ve belediyenin önüne çekilmiş bdp otobüsünün üstünden birisi konuşma yapıyordu. Kürtçe bilmediğim için neden bahsettiğini anlamadım ve acaba bir fotoğraf çeksem mi diye birkaç saniye süren bir düşünmenin ardından hemen vazgeçtim. Ya sivil polis falan zannederde pataklamaya kalkarlarsa –sanki herkes de psikopat, bu ne tırsıklıklan- neyse diyerek yola devam ettim ve Dağkapı’ya geldim. Oradan surları takip ederek gördüğüm tabelaya doğru gitmeye başladım bu sırada da sur boyunca fotoğraf çekmeye. İşte bu sırada o geldi;

-ağbey bir mendil al ağbey
-…(sakın ağzını açma sakın)
-hadi ağbey Allah rızası için
-canım hiç bozuğum yok.(heh, buralı olmadığını da belli ettin, sıçtın şimdi bu da yapışır yanına artık düşmez yakandan düşmez)
Ve ben yürümeye devam ederken o da yanıma takıldı.
-ağbey 5 lira biriktirip ayakkabı alacam ağbey annem ayakkabıcıyla konuştu bana git 5 lira kazan alalım dedi.
-lanet olsun ya kaç para
-400 bin ağbey
-neeeeeyyyy kaaaaaççç? Pek de kazıkçıymışın ha
-ağbey dün akşam yemek yemedik.satıp ayakkabı alcam ağbey okula almadılar bugün.
-al hadi son bozuk param iki tane 25 kuruş.
Alışveriş tamamlandı. Çocuk başka yöne, başka avlara dönerken ben;
-tosun Mardin kapıya gideceğim ben doğru yolda mıyım?
-ağbey ben seni götürüyüm, buralar tekin değil zaten sen buralarda gezme
- (hassiktir) nasıl tekin değil canım
-burada senin gibi ağabeyleri cüzdanı için bıçaklıyolar, kafasını kopartıyolar.
-( yok canım gene atıyor, ya atmıyorsa?!) Mardin kapı tekin mi bari?
- oralar iyi ağbey, ben sana gösteririm.
-iyi hadi gidelim ama dur önce bir fotoğrafını çekiyim senin de



Düştük yola. Ne çene varmış sende. Anlattıklarını o kadar otomatik, duraksamadan, peşpeşe sıralıyorsun ki insan acaba aynı şeyleri kaç kişiye anlattı, ne kadar sürede ezberledi diye sormadan edemiyor.
-baban öldü, annen ve sen kalıyorsun, kalbin delik, ayağında ayakkabı yok diye bugün okula almadılar, dün akşam hiçbir şey yemedin.
Diyarbakır’a geldiğimden beri bunun benzeri şeyleri senin gibi o kadar çocuktan duydum ki insanın duyduklarına inanası gelmiyor. Ama ya doğruysa? Çok temiz yüzlü bir çocuksun, ağzından çıkan iki cümleden birisi allahla ilgili(benim için çok sıkıcıydı yani).
Seninle ne yapsam bilmiyorum, karnını doyurup ayakkabı alacağını iddia ettiğin komik parayı verebilirim, rehberlik ücretin olarak.
Daha önce de benim gibi bir ağbeye rehberlik yapmışsın 50 lira vermiş, beraber yemeğe gitmişsiniz, bütün Diyarbakır’ı gezdirmişsin, o zaman da tam kira zamanınızmış parayı oraya vermişsiniz, bugün okula gitmişsin ama ayağında ayakkabı yok diye cemile hoca “siktir git!” demiş, ayakkabıyı alınca hiç çıkartmayacakmışsın çünkü çok güzelmiş(10 liraya alacağını iddia ettiğim ayakkabı mı çok güzel diyemem tabii), annen çok güzel Yasin okuyormuş, o adama gece hiç uyumayıp kuran okumuş, valiye de rehberlik yapmışsın çek vermiş sana 300 liralık yardım çeki vermiş. Bir gün bir fotoğraf makinesi bulmuşsun kutulu eve götürmüşsün annen fotoğrafçıya götürmüş adam o zaman bu 3 milyar eder demiş, hatta isterseniz kuyumcuya da satabilirmişsiniz çünkü üstünde altından yapılmış yerler varmış, sonra annen satmış falan filan. İnanabilmek için kendimi çok zorladım.



Kafamı karıştırdın çocuk. Bunu biriyle paylaşıp olay için fikir, kendim için yardım almalıydım. Aklıma gelecek bir isim yoktu çünkü son zamanlarda zaten hep aklımda olan bir isimdi. Ona mesaj attım içinde bulunduğum duruma dışarıdan bir bakış açısı getirsin diye “söyle ne yapsın sevgilin?”. Ve beklediğim yardımı aldım, okulunu, hocasının ve müdürünün adını öğrendim Ziya Gökalp İ.Ö.O. 7-A sınıfı öğrencisi Abdullah –arkadaşlarının deyişiyle apo’nun. Öğrendiklerimi hemen iletiyordum bakalım doğrulanacak mı diye. Doğrulanacağını sanmıyordum ama doğrulanmasını istiyordum. Doğrulanmadı maalesef. Sana tekrar tekrar sordum ve sen ısrarla aynı şeyi söyledin durdun. Bu arada Mardin kapıya gitmiş şimdi geri dönüyorduk. Sana yemek ısmarlamalıydım.
Çok zekiyim ya ben, o yüzden seni burger king’e götürmeye ve hamburger ısmarlamaya karar vermiştim. Bu arada telefon çaldı aklımdaki kişi arıyordu ne yaptığımı merak etmiş olmalıydı, en son durumu kısaca anlattım, okulda çocuğun bahsettiği isimde bir öğretmen ve müdür yardımcısı olmadığını bir kez daha duyunca çocuğun hikayesinde büyük bir delik açıldı şimdi ne yapmalıydı. Hani sormuştun ya çocuk sevdiğin var mı diye al telefonu bir de ona anlat bakalım benim anlattığım seni bir de sesinle sen tamamla.
-bacın mı
-yok ne alakası var lan
-sevdiğin mi
-heh sevdiğim



Hamburger senin için çok değişik bir deneyim olacaktı Ama her değişik deneyim iyi olmak durumunda değil. O ana kadar makine gibi konuşan sen hamburgerciye gelince ilk defa durakladın ne söyleyeceğini bilemedin, şaşırttın beni. Hamburgeri yedin ama patates kızartmasını yemedin ne oldu diye sorduğumda karnının ağrıdığını söyledin. Buraya getirdiğim için pişman oldum. Dışarı çıktık sen yemek için hayır duası okuyarak beni bunaltıyordun. Ayrılmak istedin, ben ayakkabı almaya gidelim dedim. Senin beğendiğin ayakkabının mahallenizdeki ara sokakta olduğunu, mahallenizin de çok uzakta olduğunu, en az iki saat süreceğini söyledin. İlle o ayakkabıcı olmak zorunda değildi ya canım etrafta başka ayakkabıcılar da vardır elbet. Seni zorla peşime sürükledim, sen “gerek yok ben gideyim, zaten yemek ısmarladın az paran vardır boşuna harcama ağbey” diyip dururken. Kısmen haklıydın dışarı çıkarken üzerime fazla para almamıştım ama seni tatmin edecek bir ayakkabı buluruz diye tahmin ediyordum. Yarım saat civarında dolaştık ama hiçbir şey bulamadık. Sen artık annem merak eder, evim uzak ben gideyim, biraz daha mendil satayım demeye başlamıştım ama fark ettik ki mendillerini de kaybetmişsin.

Şimdi ne yapmalıydım? Para verebilirdim ama özellikle hikayende ortaya çıkan delikler bunu bir meslek haline getirdiğin izlenimi verdi. Vermeyebilirdim ama o zaman da ben rahatsız hissedecektim ne olmuş numara yaptınsa zengin olmadığın belli zaten. Yazmaya utanıyorum sonunda 10 liracık çıkarttım cebimden sana bugünkü rehberlik ücretin bu dedim. Sen ise bu çok gerek yok diyerek beni yine kendimden şüphe ettirdin. Bu nasıl para için numara yapmak ki böyle bir şey söylüyorsun? Helalleştik ve sen yoluna gittin. Neydin, söylediklerinin ne kadarı doğruydu, gerçek bir çözüm bulabilir miydim, neden böyle aptalca bitirdim şimdi ben dönüp dönüp bunları düşüneceğim. Özür dilerim apo.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Şerbetçi


Yaz mevsiminin yerini aheste bir şekilde güze bıraktığı günlerdi. Gök artık erkenden kararmaya başlamıştı. Kalın Emin Karyağdı bayırındaki cellat kabristanından, ustası Kara Ali’nin kabristanını ziyaret etmekten dönmekteydi. Kalın Emin her cuma bir gün evvelinden hazır ettiği beyaz gömleğini giyer, kendisine 10 gümüş kaymeye mal olan muskası dışarıdan görünecek şekilde yakasını açar, her daim taze olması için kendisine babüsselam kapısına yakın yerdeki bahçelerde yetiştirdiği lalelerden bir tanesini dikkatlice yakasına yerleştirir ve yola koyulurdu.

İlk olarak Padişahın Cuma Selamlılığına gider padişahımız efendimiz tebaasını selamladıktan sonra oradan ayrılır, hayattayken yaptığı infazlarla tıpkı bir mualliminin inceliğiyle kendisine yol yordam gösteren, yetiştiren, ve bir baba gibi sahip çıkan ustasının kabrini ziyaret etmeye Karyağdı bayırındaki cellat kabristanına yollanırdı. Onun için Kara Ali cellâtların pîri Eyyüp Basri'den bile önemli biriydi. Kaç cellata nasip olurdu padişahımız efendimizin canını almak. Bu önemli işi anca hünerli elleri ve büyük bir şöhreti olan birisi yerine getirebilirdi. Konstantiniye’de bu işi yerine getirebilecek tek kişi tabiî ki Kara Ali’ydi. Üstelik Sultan İbrahim’in boğularak infaz edilmesi sırasında kendisi de Kara Ali’nin yamaklarından biri değil miydi, ne olmuştu yani cellatların piri, padişah cellâdı Kara Ali padişahımız efendimizin haykırışları karşısında infazı gerçekleştirmek istemediyse, daha sonra infazı yerine getirirken göz yaşlarına hakim olamadıysa? Gerçi Kalın Emin de ustasının gözyaşlarına ilk defa şahit oluyordu. O sırım gibi, bastığı yeri titreten, çıplak eliyle adam öldürebilen, her daim belinde taşıdığı şifresiyle sanki bir tablo yaparmış gibi dikkatlice kafaları bedenlerinden ayıran adam ağlamıştı. Kalın Emin kırk yıl düşünce böyle bir şey görmeyi hayal edemezdi.

Kafasında bu düşüncelerle yürüyen Emin birden tanıdık bir çevrede olduğunu fark etti. Hücresinin önüne gelmişti. Soniki gündür hep böyleydi gerçi. Kafasında türlü düşünceler, türlü hatıralarla hiç farkında olmadan yürür olmuştu. Sonunda birden hücresinin önünde olduğunu fark ederdi. Sultan 2. Mahmut’un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa Balıkhane Kasrına kapatılmıştı. Bunun anlamı; eğer bir mucize olmazsa Mehmet Emin Rauf Paşa kısa zaman sonra son yolcuğuna Cellatbaşı Kalın Emin’in elinden uğurlanacaktı. Bu onun gerçekleştireceği ilk infaz değildi peki o zaman bu olayın ortaya çıkmasından beri neden böyle dalgınlaşmıştı?

İlk infazı değildi ya içinde ilk defa böyle duygular ortaya çıkmıştı. Padişahın Sadrazamını Balıkhane kasrına kapattırdığını öğrenince her zaman yaptığı gibi, zindana atılan kişinin sağlık durumunu görmek için bizzat ziyarete gitmişti. Bu alışılmadık şey değildi, bütün cellatlar namuslu insanlardı, hastalıklı, zayıf birisini öldürüp şereflerine leke sürdürmek istemezlerdi. İşte bu düşüncelerle gitti Balıkhaneye. Ama gel gör ki hücreye gidip Mehmet Emin Rauf Paşa’yı gördüğünde hiç beklemediği bir şey oldu. Erkek güzeli Mehmet Emin Rauf Paşa’yı görür görmez vurgun yemişe döndü. Uzun müddet ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeden öylece durdu. Cellatıyla karşı karşıya olduğunu bilen sadrazam ise korkusunu gizlemeye çalışır bir hava ile hücresinde beklemekteydi. O günden sonra Kalın Emin ne yapacağını düşünüp durdu. Mehmet Emin Rauf Paşa hakkındaki karar 3.gün sonunda kesinleşecekti. Eğer bir mucize olmazda cellatın işini yapmasını isterlerse ne yapacaktı? Hem sadrazamı görünce içine dolan bu duygu neydi? İşte kafası bunlarla doluydu.

3. gün sabaha karşı artık kararını vermişti. Bu işi yapmayacak hatta bununla da kalmayıp Mehmet Emin Rauf Paşa’yı bu durumdan kurtaracaktı, bu uğurda canını feda etmeye de hazırdı. Mehmet Emin Rauf Paşa ecel şerbetini içmeyecekti. Bu işi nasıl yapacağına dair kafasında bir plan bile kurmuştu. 4. gün sabahı Balıkhane Kasrı’na gidecek, Mehmet Emin Rauf Paşa’nın işini görmek üzere götürmeye geldiğini söyleyecek ve onu oradan çıkaracaktı, Kara Ali gibi iri yarıydı muhafız olarak gelen askerlerin işini halletmekte zorlanmazdı. Ondan sonrası içinse sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’ya güveniyordu. Koca Devlet-i Aliyeyi Osmaniye’nin sadrazamıydı, bir çıkış yolu bulurdu. Belki bir gemi bulur ve kimsenin onları bulamayacağı yerlere giderlerdi. Tabii sadrazam efendinin kendisini yanında götürmeme ihtimali vardı ama canını kurtarınca o da kendisine minnet besleyecekti. Bu düşüncelerle biraz olsun rahatlamıştı ve ertesi gün dinlenmiş bir şekilde bu işleri yapması gerektiği için uyumaya karar verdi.

Mehmet Emin Rauf Paşa 3 gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle âkıbetini beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa’nın, karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu daha sonra:
—Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?

Not 1:Gerçek olay ve kişilere gerçek olmayan olaylar, kişiler ve mekanlar eklerken kronolojik sırayı dikkate almadım.
Not 2: İhsan Oktay ANAR etkisi ile yazılmıştır (:

11 Eylül 2010 Cumartesi

Sorular çalındı!



Efenim bendeniz naçizane orta okula gidip geldiğim zamanlarda soruların çalındığına bizati şahit olmuş birisi olarak, bugüne kadar sakladığım bu gerçeği artık söylemekte bir sakınca görmüyorum. Birazdan anlatacaklarımın sonucunda bazı kişilerin kellesi istenecek değil, zaten yer de yerinden oynamaz gibi geliyor bana ama dur bakalım hayırlısı.

Orta son sınıftayız ve Cuma günü son dersimiz ve aynı zamanda bir tesadüf sonucu olarak matematik sınavı olan saat gelmiş dayanmış. Tabii öğrenci psikozu bizim tek niyetimiz çeşitli bahanelerle sınavı ileri bir tarihe erteletmek. Tenefüs bitti öğretmenimiz(liseye geçince hoca, orta okulda öğretmen) geldi. Burada parantez açmak istemiyorum ama belirtmem lazım ki matematik öğretmenimiz Zühal hoca’yı çok severdim. 15 yıllık öğrencilik kariyerimde en sevdiğim 5 hoca içerisindedir –hayır ilk dönem karneme aldığımdan bir not yukarısını vermeden önce de seviyordum- diyebilirim diyerek açmadığım parantezi kapatıyorum. Çantasından kağıtları çıkartıp öğretmen masasına koydu. Ben sınıfın orta sıra kısmında en arkanın bir önünde otururdum. Tabi öğretmenimiz sınıfa girdiği andan itibaren biz sınavı erteletmek için söylenmeye başlamıştık bile.

Öyle mi olsun, böyle mi olsun, şu da olabilir derken birde baktım ki ne göreyim hafta sonu oturup iyice çalışmamız için sınavın önümüzdeki hafta içi bir güne ertelenmesine karar verilmiş –öğrenci milletinden korkulu azizim-. Oh ne ala hafta sonu koştur, top oyna diye hayal ederek çantamı toplarken o sırada öğretmenimiz de sınıf içinde dolaşarak muhabbet etmekteydi. İşte her şey bu sırada oldu. Öğretmen masasının önünde, ilk sırada oturan arkadaşımız, ben kendisine kısaca Melih diyorum –ki kendisi sınıfta çalışkan olarak anılan kişilerden birisidir- gayet sakin bir şekilde, hocanın sınıf içinde dolanmasını fırsat bilerek önündeki sınav kağıtlarından bir tanesi aldı ve sıranın gözüne attı. Tabi bunu gören tek kişi ben değildim ve bu olay sınıfta bir heyecan dalgasına bir fısıltı hareketine yol açtı. Zar zor dersin sonunu getirdik ve hemen bir kümelenme oluşturarak okulun ilerisindeki kırtasiyeye gittik. Bizim diğerlerinden farkımız soruların alındığını herkesin bilmesiydi. Fotokopilerimizi çektirdik ve mutlu mesut bir şekilde dağıldık. Neticede kimse vicdan – hak – hukuk demedi. Hafta sonu sınav kağıdını alıp soruların çözümlerini ezberledim, ancak full çeken salakların durumuna düşmemek için o orta okuldaki halimle sorulardan bir tanesini boş bırakmaya karar verdim.

Sınav günü gelip çattığında bence geri zekalı statüsünde ele alabileceğimiz çocukların çektirdiğimiz fotokopilerin sütündeki soruları ona bunu çözdürüp katlayıp cebinde gezdirdiğini sınavda kağıt değiştirmek yöntemini uygulayacaklarını öğrenince küplere bindim(hala o küplerden inmiş değilim). Yapmayın, etmeyin bu kağıt katlanmış öğretmenimiz fark eder, zaten siz bugüne kadar hangi matematik sınavında tüm soruları yaptınız bari bir iki tanesini boş bırakın kadını şüphelendirmeyin dedim ama dinletemedim. Geri zekalı olmanın bir sınırı vardır herhalde ne olacak 5 tane sorunun cevabını nasıl bir insan ezberleyemez acaba diye düşündüm. Bu arada sınıfımızda seren(erkek) ve engin isimli iki dangaloz daha vardı sınıf tekrarı yapıyorlardı ve bu sene geçebilirlerse bu büyük oranda benim sayemde olacaktı. Bu dangalozlar soruları almaya bile tenezzül etmemişler ne de olsa kopya çekeriz diye düşünmüşlerdi. Sınav oldu. Ben ezbere bildiğim soruları cevapladım, kağıt hazırlayanlar değiştirdi, kopya çekmeyi planlayanlar kopya çekemediler. Sınav da kopya çekmeyen dangalozlar sınıfın geri kalanını suçladı, gidip bunlar soruları çaldı diye şikayet etti. Öğretmenimiz o hafta boyunca bu konuda hiçbir şey söylemedi.

Ertesi hafta sınav olduğumuz gün geldi ve biz artık sınav sonuçlarını daha doğrusu bu olayın sonuçlarını merak ediyorduk. Öğretmen geldi, biz sınav sonuçlarını sorduk. O da sınav kağıtlarını yolda giderken otobüste unutup kaybettiğini, o yüzden şimdi aynı sorularla bizi tekrar sınav yapacağını söyleyince bir şok bir sevinç bir hüzün dalgası geçti yüzlerimizden. Ben hafızamı yokladım cevaplar hala ezberimdeydi. Sınav tekrar oldu. Bu sefer kağıt değiştiren zerzavat da sıçtı. Biz de teğet geçmiş olduk böylece. İşte böyle, sonuç falan beklemeyin bir ahlak dersi falan yok. Kpss soruları çalınınca aklıma geldi yazdım işte. Acaba bunlar bizim sınıftaki zerzavatla akraba falan mı diye de düşündüm yani düşünmedim değil.

3 Eylül 2010 Cuma

Deliliğe Övgü

"Ölümlülerin doğal yeteneklerini, saygıdeyer olduğu düşünülen bu kadar bilimi yaratmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya sevk eden neden, şöhrete olan susuzluk değil de ne? Geceler boyu uykusuz kalarak, bu kadar ter dökerek bir çeşit ün, yani beş para etmez bir şey kazanacağını düşündü insanlar, hakikaten zır deliler. Ama bu arada yaşamın en seçkin nimetlerini işte bu deliliğe borçlusunuz; oh ne tatlı bir şey, başkasının deliliğinin meyvelerinden faydalanıyorsunuz." Erasmus

24 Ağustos 2010 Salı

Çoğunlukla Zararsız*



- ZZ9 Çoğul Z Alfa
-…
-Merhaba! Ben Şahin, çoğunlukla zararsız! Benimle bir pangalaktik gargara bombası içmeye ne dersin, ya da herhangi bir şey ve biz de bu sırada hayat, evren ve her şey hakkında konuşuruz?

İşte elinde Douglas Noel Adams(DNA)’ın o öldükten sonra çıkartılan ve içinde yarım kalmış bir öykü, bugüne kadar birkaç yerde yayınlanmış olan röportajları, makaleleri ve çeşitli yazıları bulunan “Kuşkucu Somon – Galakside Son Bir Otostop Çekmek” kitabı olan kızı görünce yanına gidip söylediğim ilk sözlerdi bunlar. Aslında sözlerin ağzımdan bu tür davranışları pek çok defalar yapmış, artık kaşarlanmış birinin rahatlığında çıkmasına bende şaşırmıştım. İlk kez böyle bir şey yapmıştım. Zaten adını sormayı unutmamdan bu işleri pek bilmediğimi fark ederdi dikkatli biri.

Sıkıcı bir Pazar günüydü ve ben kendimi birden dışarı atmak istemiştim. Gideceğim bir yer, yapacağım bir iş yoktu ve ayaklarım hiçbir komuta ihtiyaç olmadıklarını benim ne yapacağımı çok iyi bildiklerini ispatlamak ister gibi götürüyordu beni. Metronun merdivenlerinden çıkıp kalabalığı görünce artık kafamda dönen tilkilerden sıyrılıp Karanfil Sokaktaki Dost Kitabevi’nin önünde olduğumun farkına vardım. Artık nefes almak, yemek yemek, su içmek gibi otomatikleştirdiğim davranışlarımdan biri haline geldiği üzere içeriye girip saat yönünün tersine olan turuma başladım. Önce çok satanlardan başladım sonra sırasıyla dergiler bölümündeki açık olan bütün dergilere hızlıca göz attım, gezi rehberleri ve bilimsel yayınların olduğu bölümleri sadece parlak ciltlerine uzaktan bakarak, önünde duraksamadan geçtim. Siyasi tarihimizle ilgili kitaplar, biyografiler, kişisel gelişim kitapları, çeşitli konularda insanın ihtiyaç duyduğu temel bilgi seviyesini sağladığını iddia eden kitaplar, lgs-öss-kpss gibi çeşitli sınavlara hazırlık kitaplarını da hızlı sayılacak bir şekilde geçtikten sonra sonunda –yaklaşık 15 dakikada- gerçek edebiyata geçmiştim. En zevkli kısım başlıyordu. Sırayla önünden geçtiğim kitapların çoğunu elime alıp kapağına, arka sayfasına, kime itaf edildiğine, kaçıncı basımı olduğuna, rastgele açtığım sayfalarında neler yazdığına bakıyor ve en sevdiğim kısım olan sayfaları hızlıca çevirip yüzüme vuran küçük esinti neticesinde, kitabın sayfalarının, yazıların kokusunu ciğerlerime çekip bütün vücuduma dolduruyor, kanıma karıştığını hayal ediyordum.

Bu şekilde ne kadar zaman geçtiğinin farkında olmadan kitaplara bakıyor ve ilerliyordum. O an için yapacak bir işim, gidecek bir yerim olmaması aslında benim şansımdı. Kafamı kaldırdım ve etraftaki kitap karıştıran diğer insanları kısa bir taramadan geçirdim. Bu da otomatik bir davranıştı. Onu gördüm. İlk anda fark edebildiklerim elinde Kuşkucu Somon, yüzünde DNA’nın oluşturduğunu tahmin ettiğim karşı konulmaz bir gülümseme ve yine bu sayede görebildiğim inci gibi dişler. Aklımı toplamalıydım, tekrar önüme döndüm. Ama görüntüsü hala karşımdaydı. Aramızda dünya klasiklerinin olduğu bölüm vardı, bu yüzden ilk seferde gülümsemesi ve dişlerinin yanında zarif boynunun üstünde topladığı ve kendisine Lara Croft havası veren saçlarını, omuzlarının güzelliğini sergileyen, neredeyse teni ile aynı renk beyaz bluzunu görebilmiştim ve boydan görmek gibi saçma bir isteğe kapıldım. İçimde ufak çaplı bir çatışma yaşamama sebep oldu bu istek. Bir tarafım –ki bu ahlak sahibi kısım oluyor- yapmayı düşündüğüm şeyin çok aptalca olduğunu, bir kitapçıda kitaplara bakmaya gelmiş birisini –tıpkı benim gibi- rahatsız edecek davranışlara kalkışmamam gerektiğini anlatırken diğer tarafım bu kadar abartmamam gerektiğini, sadece o bölüme geçip şöyle boydan bakacağımı, zaten gözlerin bakmak için var olduğunu, bunda anormal bir şey olmadığını, orasının da hep izlediğim güzergahımın son bölümü olduğunu söylüyordu. İşime gelenleri söyleyen kısmımı haklı buldum ve elimdeki kitabı aldığım rafa bırakarak ve kendimle mücadele ederek o tarafa yöneldim.

Klasikler bölümünü inceleyen birkaç kişiden ustalıkla sıyrıldım ve profilden görebileceğim bir yere konuşlandım. Sanki bir satranç oynuyor gibi yaptığım hareketlerimin komikliği karşısında kendimi gülmekten alamadım ve tam bu sırada o da kafasını kaldırıp bana baktı. O göz göze geldiğimiz kısa anda gözlerimde yakalanmış olmanın utancını veya ilk defa gördüğü bir şeyi inceleyen bir çocuğun merakını göstermemek ve en korktuğum şey olan birisini rahatsız ediyor olmamak için hızla kafamı önüme indirdim ama kendimi gülümsemekten alamıyordum. Kafasını tekrar kitapların olduğu bölüme çevirdiğinde yakalanmamak için azami gayreti de göstererek baştan ayağa süzmeye başladım. Gülüyordu, farklıydı. Güldüğü zaman yaptığı sadece ağzının şeklinin değişip dişlerinin görünmesi değildi. Gülüyordu, çenesiyle, yanaklarıyla, gözleriyle gülüyordu ve bunların oluşturduğu bütünü görmek bende galaksiyi gerçekten gördüğüm, bakmaktan bir adım öteye geçtiğim ilk seferde üzerimde oluşan etkiye benzer bir etki yapmıştı. Kafasının üstünde ray-ban wayfarer’ın kırmızı olanından vardı. Ben dışarıda o gözlüğü takarak gezdiğini hayal ettim ve o ela gözleri görme hakkını kimsenin elinden böyle alamayacağını düşündüm. Yumuşak bir yüz, simetrik hatlar, tezat oluşturmak istercesine bir ok misali ince kaşlar, düz bir burun ve elindeki kitabı okudukça kapalı tutmak için uğraştığı kırmızı ince dudaklar. Bluzunun yakasının başladığı yer aynı zamanda bir erkeğin merakının başladığı yerdeydi. Kolunda bir kadının olmazsa olmazı olan siyah bir çanta vardı. Altında bir kapri, ayaklarındaysa -fetişleri memnun etmek için olsa gerek- sadece yere basmasını engelleyecek onun dışında ayaklarını tamamen ortada bırakan sandaletler vardı. Kıyafetleri dışarı çıkarken ekstra özen gösterilmişten çok günlük-sıradan şeyler gibiydi. Ekstra bir özen göstermemiş olduğu için minnettar olmalıydım, hayatımın geri kalanında etkisinden kurtulamayacağım bir travma yaşamış olarak kalmak istemediğim için.

Orada öylece durup izledim kısa bir süre, onu ve DNA’nın yaratıcı zihnine verdiği tepkileri yüzünden okumaya çalışarak. Ta ki beni huzursuz etmekten sinsi bir zevk aldığını düşünmeye başladığım içimdeki ses bu durumun kısa bir süre sonra biteceğini hatırlatana kadar. Bundan sonra içimdeki sesin tamamen bana karşı olduğuna emin olmama sebep olacak olay oldu. O bana kin besleyen ses harekete geçmem gerektiğini söylüyordu, kızın birazdan gideceğini ve muhtemelen bir daha hiç göremeyeceğimi, bu yüzden hala biraz varken şansımı kullanmam gerektiğini söylüyordu. Ve tıpkı ayın dünyanın çekim kuvvetinin etkisinde olması gibi bende o ilk defa gördüğüm kızın çekim kuvvetinin etkisindeydim. Bu yüzden bu fikir saçma veya imkânsız olduğu kadar çekici görünmüştü gözüme. Gidip tanışmak için bir fırsat yaratabilir ve uygun bir dille tanışmak isteğimi belirtirdim eğer rahatsız olursa da özür diler ve orada hemen dünyanın merkezine bir seyahate çıkardım. Tam kendimden beklediğim gibi detaylar içinde boğulmayan basit bir plandı. Ama sorun şuydu ki daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım ve böyle bir durumda nasıl yaklaşılır ve nasıl başlanır hiç fikrim yoktu. Sonuçta ilk intiba önemliydi ve yıllarca dalga geçtiğim bir şey olan sokakta hiç tanımadığım biriyle tanışmak için ne yapacağımı planlıyordum, sanırım olumlu bir ilk intiba yaratmak için kafa yormaktansa İsviçreli bilim adamları gibi faydalı şeyler için yorabilirdim.

Mantıklı yanım tam olaya hakim olmak üzereyken birden hareketlendiğini görünce kafamı kaldırdım. Yanımdan geçiyordu ve biz tekrar göz göze geldik. Gözleri gülüyordu, DNA’nın etkisi diye düşündüm bende de benzer etkiler yapıyordu. Bu kısa an kararımı vermemi sağladı. Eğer şimdi aptalca olduğunu düşündüğüm şekilde davranmazsam bile o gidecekti ve ben muhtemelen bu gülümseyen yüzü bir daha göremeyecektim. Kaybedecek bir şeyin yoksa kumar oynamak o kadar zor değildir.
Kasaya aldığı kitabın parasını ödüyordu, eğer gerçekten bir şey yapacaksam bunu çabucak yapmalıydım, böylece verebileceğim oluşabilecek kötü bir imajın da en az seviyede olacağını tahmin etmiştim –sanki hangi seviyede olduğunun bir önemi olacakmış gibi-.
Çıkışa doğru yöneldi. Eğer gerçekten bir şey yapacaksam elimi çabuk tutmalıydım. Yürümeye başladım ve kafam birden çalışmaya başladı, tam ihtiyacım olduğu anda. Eğer onunla tanışmayı gerçekten istiyorsam ikimizin ortak dostu olduğunu sandığım DNA’nın yardımına başvurabilirdim. İlk başta ilgisini çekmem gerekiyordu ve bunu başarabilirsem bir şansım olabilirdi. Korkutmamak için elimden geldiğince belli ederek yaklaştım;
- ZZ9 Çoğul Z Alfa (DNA sayesinde varlığından haberdar olduğum sektör onun afallamasını vve benim ihtiyacım olan zamanı kazanmamı sağlayabilecek etkileyici bir giriş olarak aklıma gelmişti)
-…(galiba işe yaradı)
-Merhaba! Ben Şahin, çoğunlukla zararsız! Benimle bir pangalaktik gargara bombası içmeye ne dersin, ya da herhangi bir şey ve biz de bu sırada hayat, evren ve her şey hakkında konuşuruz?(acaba dozu biraz fazla mı kaçırıyordum)
- (birkaç saniye geçtikten sonra) Belki evrenin sonundaki restoranda!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Okudum

Bu ara bulduğum her boşluğu okuyarak değerlendiriyorum. Ee hazır okumuşken bir eleştiri yazmasam bile en azından kendi fikrimi belirtebilirim, hem belki birkaç kişiyede bir fikir verebilirim, yararlı olabilirim. Anlayacağınız kendimi faydalı hissetmek için böyle bir şey yapmalıyım, neticede kavak ağcı bile meyve vermese de gölge veriyor -gerçi o yazın heryeri polene buluyor bende alerji yapıyor ama-. Neyse okuduğum sırayla kısaca değinmek isterim.


BİZ - 1984'ün atası ve ölmeden önce okunması gereken 1001 kitaptan birisi olması sebebiyle tanışmıştım. Otoriteye(bu yeterli gelen bir kelime olmayabilir) karşı olan pek çok şey gibi ilgimi çekmesi zor olmadı. Türünün ilk örneklerinden(veya direkt ilk örneği) olmasından dolayı eksiklerinin-yanlışlarının üzerinde durmaktansa bu yaratıcı zihinin eserinden zevk almaya çalıştım ve okurken zevk aldığımı hissettim. Her ne kadar ele alınan konu için kullanılan malzemenin yeterli olmadığını düşünsemde. Netice olarak okunmasını tavsiye ederim, ama ben bir ikinci sefer ne zaman okurum?


BAŞKASINI SEVİYORUM - Beni en çok hayal kırıklığına uğratan kitap oldu. Geçen sene çıkmıştı ve her yerde gözümüze sokulmak suretiyle dikkatimi çekti. Beklentiler oluşturmama sebep oldu. Ama hiç vasatın üzerine çıkamadı. Hiçbir zaman sonraki sayfada ne olacak heyecanı yaratmadı. Neden okuyorum sorusuna cevap verdirtmedi. Elinizde olan iyi kitaplardan bir tanesini tekrar okumanızı tavsiye ederim.



CTHULHU'NUN ÇAĞRISI - Arkadaş tavsiyesi ile tanıştım, meraklandırıldım. Okumak için çok mücadele ettim, aradım, buldum. Almak için bu kadar uğraştığım bir kitap olmamıştı. Tabii bu kadar uğraş sonucunda insan değsin istiyor. Bu kadar uğraşın üstünde bu türde okuduğum ilk kitap olması da bir ayrı heyecan ve merak kaynağıydı benim için. Tek bir hikaye değilde yazarın öykülerinden birkaç tanesinin derlenmesi ile oluşturulmuş bir kitap. İlk başta bunlar mı korkutucu, bu nasıl yazar, en korkutması gereken yerleri "açıkayamam, tanımlayamam, tarif edemem" vb. yollarla geçiştirmiş ne lan bu dedirtiyor ama kitabın bir kısmını aştıktan sonra o olayların bir ucundan sizide içeri alıyor, kişi üzerinde gerekli etkiyi yapıyor. Acayip bir yazarın acayip bir kitabı. Kesinlikle edinilmesi gereken bir tecrübe.


AŞKIN GÖZYAŞLARI - Tamamen Mevlana'ya olan hayranlığım ve Şems-i Tebrizi'ye olan merakımdan, kitapçıda burnumun dibinde olması nedeniyle dikkatimi çekmişti bu kitap. biyografi-roman tarzında yapılmış ve şemsin gözünden anlatıyor. Biraz abartılı geldi açıkcası şems gibi az bilinen birisi ile ilgili olarak. Zaten konu hakkında daha fazla yorum yapabilecek kadar bilgili de değilim maalesef. Sizin paşa gönlünüze bırakıyorum.


NIETZSCHE AĞLADIĞINDA - Ünlüsü bol , yan karakterleri zayıf ve ötesi, bol düşündüren, iyi kurgulanmış kitap. Okuyun gitsin.


KİNYAS VE KAYRA - Bu dönemde okuduğum kitaplar içinde en beğendiğim kitaplardan bir tanesi. Etkileyici diyaloglar, etkileyici kurgu. Bir yerden sonra kendini tekrar etme ve gereğinden uzun olan bölümler gibi bir kaç olumsuz yönü var ama sürekli sonraki sayfada ne olacak merakı uyandırması ve beklenmeyen ve aynı zamanda beklenen bir sonu olması gibi garip hali nedeniyle anlatılanlara kulak asmadan herkesin kendisinin edinmesi gereken bir tecrübe, muhakkak! Tavsiye ederim-ısrarla-.


HER ŞEY AYDINLANDI - Ölmeden önce okunması gereken 1001 kitaptan biri ve daha pek çok ödül ve övgüye sahip bir yazar ve onun haklı şöhretinin ispatı kitabı. Okurken bana kahkaha attıran nadir kitaplardan. İlk sayfadan itibaren farklı bir şeyle karşı karşıya olduğunu anlamanı sağlıyor. Bazı bölümlerde çok ağırlaşabiliyor, bazen dozu aşıyor gibi oluyor ama genel olarak akıcı ve merak uyandırıcı. Sadece Alex'li kısımlar için bile okunabilir. Tavsiye ederim -ısrarla-.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yoklama


İçeri girer girmez doğruca yerime geçip kafamı masaya gömdüm, gözlerim kapalı. Küçük bir amfideyim-diğerlerine kıyasla, görelilik- eski bir bina, eski sıralar, dar pencereler. Uyumadığım tek ispatı düşüncelerimi istediğim gibi yönlendirmem, uyuyor olsam bunu düşünemezdim herhalde değil mi? Son birkaç aydır hep aynı şeyi yapıyorum. Geliyorum, başımı masaya koyuyorum ve düşünüyorum. Çevremdekiler ise bu bitmek bilmeyen uyku halimi merak edip duruyorlar –daha doğrusu duruyorlardı. Cevaplarımın sadece onları geçiştirmek için olduğunu fark edene dek –ki bu yaklaşık bir aylarını almıştı-. Bana ne olduğunu, neden böyle değiştiğimi merak ediyorlar ya da öyleymiş gibi davranıyorlar. İkinci şık daha akla yatkın görünüyor.

Peki sorularını geçiştirmemin nedeni ne? Aramak için hiç çaba sarf etmediğim cevapları gerçekten bilmiyor oluşum mu? Yoksa gerçekten merak etmeden sordukları sorulara gerçek yanıtı verdiğimde bunu anlamayacak olmaları mı? İnsanların hayatları boyunca kendine biçilen rolü oynadığını fark ettiğimden beri, aslında bütün söylediklerinin birer replikten ibaret olduğunu anladığımdan beri, bu oyunda bir rol almamak istemeyişimi anlayabilirler mi? Her zaman olduğu gibi gene emin değilim. Zaten kendi içimde barındırdığım, kendime bile daha doğru düzgün açıklayamadığım çelişkileri nasıl açıklayabilirim ki? Ben rolümü reddediyorum, doğaçlama yapmak istiyorum ama o zaman onun bile aslında bir rol olduğunun farkındayım.

Sanırım bilinçli olma ve rüya hali arasında gidip gelir bir vaziyetteyim. Kafamda çok güçlü bir imge beliriyor. Sınıftayım ve yoklama yapılıyor, adı okunan, sırası gelen cevap veriyor; burdaaaa! Arada bir buradayım! Diyerek aykırılık yapan, sinir bozan tiplerde mevcut. Sıra bana geliyor, kürsüdeki kadın adımı söylüyor ve “…” beklenmeyen sessizlik. Tekrar tekrar okunuyor adım ve tam yook diyecekken bir elin beni dürttüğünü fark edip ağır ağır kaldırıyorum kafamı. Bütün sınıf dönmüş bana bakıyor, kürsüdeki kadın büyük harflerle adımı söylüyor ve benim yüksek sesle vermek istediğim cevap, rolümün dışına çıkıp doğaçlama yapmak istediğim replik; yoook!

8 Ağustos 2010 Pazar

İhtiyaç

Sen şimdi gözlerini kapatınca benim orada olduğum gerçeğini değiştirebildiğini mi sanıyorsun? O kara gözlerini göz kapaklarınla perdeleyişin tıpkı bulutların güneşi perdeleyişi gibi değil mi. Bu sakınman, esirgemen; güneş ile masmavi olan gökyüzünün, o büyük okyanusun kapalı havalarda da bulutların arkasında olduğunu bildiğim, hayal edebildiğim gibi senin gözlerinin derinindeki okyanusunu hayal etmeme engel değil ki.
Ama hayır merak etme, sen gözlerini kapatmaya hazırlanırken ben gitmem gerektiğini anlamıştım zaten. Neye ihtiyacın varsa o olmaya hazırdım, o olmalıydım. Beceremedim, olamadım. Eğer ihtiyacın olan huzur olamadıysam, bari ihtiyacın olmayan huzursuzluk olmayayım, senin için bunu yapayım.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Kenarında



Gecenin en karanlık saatleri, tıpkı hayatımın olduğu gibi. Ama biliyorum şafak artık çok yakın, şafak sadece bir adım ötemde. Bir uçurumun kenarındayım. Deniz sakin, hafif bir esinti var ve hava açık, bütün yıldızlar sanki şimdi yapacağım son gösteriyi izlemek için yerlerini almış konuklar gibi. Gecenin baş misafiri ise tabi ki ay. O da bu özel gecemde beni dolunay evresi ile selamlıyor, elimi göğsümün üstüne koyuyorum ve bütün saygımla belime kadar eğiliyorum. O da ne, bir yıldız mı kaydı?

Alkollüyüm ama sarhoş değilim, öyle olsam bu kadar yolu bisikletle gelemezdim değil mi. Denizden yüzüme doğru tatlı bir rüzgar yüzümü yalayarak geçiyor, mantıklı kararlar vermeme yeteceğini umduğum kadar temiz hava. Ve evet tatlı , ben havanın tadını alabiliyorum. Merak ediyorum benden başka birisi daha var mıdır havanın tadını alabilen, yoksa bu yetenek sadece bana mı bahşedildi? Artık o kadar da önemli olmasa gerek çünkü birazdan bir daha kullanmayacağım bir yetenek olarak kalacak. Bir an ama sadece kısa bir an düşünüyorum acaba öbür tarafta tadını alabileceğim rüzgarlar var mıdır. Ama hayır, belli bir yaşa geldikten sonra varlığını kabul etmekten vazgeçtiğim diğer dünya ve tanrı şimdi nereden aklıma gelmişti? Yoksa şimdi böyle bir dünyanın var olmasını mı istiyordum? Hayır kesinlikle istediğim bu değil, bir dünyaya daha katlanamam, özellikle sonsuz olanına. Hem o zaman buraya geliş amacımda başarısız olur.

İnsanların kendi hayatlarına son vermesi diğerleri tarafından hep zayıflık olarak görülmüştür. Ben buna katılmıyorum. Hatta tamamen aksi yönde düşünüyorum. Bir insanın kendi hayatına son vermesi belki de tamamı kendi kontrolünde olan dış dünyadan bağımsız olarak yapabileceği tek şeydir. Doğal akış denen döngünün dışına çıkabilmektir. Bu yüzden bu kararı alabilmek zayıf kişilerin yapabileceği bir şey değil, onlar yaşamaya, yaşadıklarını sanmaya devam etmeyi tercih ederler. Onlar ölmekten korktukları için yaşamayı seçerler. Ben korkularımdan kurtuldum ve şimdi

Ailem yok, yakın akrabam yok, sevdiğim veya beni seven bir kadın yok. Birkaç tane arkadaşım var, gerçek arkadaşlar, karşılıklı beklentilerin olmadığı herhangi çıkar ilişkileri üzerine inşa edilmemiş arkadaşlıklar. Sadece olmasını istediğimiz için olanlardan, arkasında sebep aramak gerekmeyenlerden… tam bütün hayatımın olmasını istediğim gibi yani. Gerçi yine uzun zaman oldu, aramadım onları. Şimdi de arayamam. Yapmayı düşündüğüm şeyi tahmin edip beni durdurmak isteyeceklerinden korktuğum için değil, yarın öbür gün polisin yapacağı soruşturmada ifade vermek zorunda kalmaları için. Benden hiçbir beklentileri olmadan arkadaşlıklarını esirgemeyen bu insanlara giderayak bir kazık atmak istemem.

Yine de polis soruşturma için ifadelerini almak ister mi? Sonuçta çok kalabalık bir çevrem yok ve bazı şeylere bu yüzden kolay ulaşabileceklerini düşünebilirler. Acaba bir mektup yazıp durumu basitçe açıklasam mı, hem sahip olduğum birkaç parça eşyanın ne yapılmasını istediğimi de yazarım, bisikletim, kitaplarım ve cep telefonum dışında işe yarar bir parça yok gerçi; bir çekyat , bir masa dolusu karalama, işim gereği kullandığım el fenerim –sinemada yer göstericilerin olmazsa olmazı-, çoğu zaman düzgün çalışmayan ve işi boş bir buzdolabı. Ha birde insanların bana bir ucubeymişim gibi bakmalarına yetecek kadar maden suyu kapağı… Sanırım bir adım sonra bunların büyük çoğunluğunu belediyeye bağışlamış olacağım ama bisikletimin bir çocuğa kitaplarımın ise arkadaşlarıma verilmesini istediğimi biraz geç olsa da fark ettim. Keşke bu son arzumu belirten bir not yazmayı düşünebilseydim, yazdığım onca şey içinde işe yarar birkaç satırımda olurdu böylece. Ev sahibim de el koymak isteyebilir gerçi, birikmiş kira borcunun karşılığı olarak. Keşke cep telefonumu da ona verseydim ve böylece diğer eşyalarımla ilgili isteklerimi de yerine getirmesini sağlayabilirdim. Yaşlı cadı neden böyle bir şey yapmasını istediğimi düşünmezdi bile.

Birazdan gün ağarmaya başlayacak. Ne kadar zamandır bunları düşünerek oturuyorum? Kaç gündür buraya geliyorum? Sadece bir adım daha ve…

28 Temmuz 2010 Çarşamba

yaklaşırsanız gece ölür!


Geceden bir görüntü

Şimdi ben buraya 22 temmuz perşembe günü gelebildim neticede. Yani henüz 1 hafta bile olmadı. Ama bu gece üst üste 3. Sefer gece nöbeti tutuyorum. Yani senin anlayacağın bu gidiş hayra değil. Sanırım bu yolda başıma gelen yarasa olayı aslında bu kahpe dünya’nın bana başıma geleceklere dair gönderdiği uyarı mesajıydı. O zaman mesajı almadım ama şu 3. Nöbeti de bana kitleyince bunlar bir flashback yaşadım, yaşamdım değil.

Şimdi durup düşünüyorum, iyi yanlarına bakıyorum. Gündüzleri hiç kimseyle muhatap olmak zorunda kalmıyorum, gece de nöbetçi askerler ve birkaç devriye dışında hiç kimse yok zaten. Ama gece ilerleyip de hava soğumaya ben üşümeye başlıyorum ya, işte o zaman şimdi yaz ayında olduğumuz aklıma geliyor, kışın ne bok yiyeceğim ben diye düşünürken etraftakilerin de kışın buralar adam boyu kar olur gece -20 dereceyi görürüz demeleri pek cesaret vermiyor açıkcası. Hayıt güya nöbet tutuyoruz. İyide bir sik gözükmüyor ki be adam!

Şimdi ben sövmeyeyim de kimler sövsün a dostlar? Ekşi de elemanın söylediği gibi; Asteğmen, yemeyiğini porselen tabakta yiyen asker.

22 Temmuz 2010 Perşembe



20 Temmuz Salı Saat: 07.30;
-Kalk -tıraş ol -kahvaltı yap
Daha sonra bavullarını da alıp konvoyun kalktığı garaja geç.
Geçtik- elimizde bavullar tepemizde(sadece ilk başta- öğlene doğru yerden, duvarlardan ve heryerden etki ediyor zaten.Diyarbakır’ın yakıcı güneşi bizi Lice’ye götürecek konvoyu bekledik. Malum güneydoğu halleri. Saat 16.00 civarı idi yola çıktık. Önde dragonlar, kobralar, ortada jammer ve bizi taşıyan sivil minibüsler. Yolda bazı bölümlerde bildiğin saldırı helikopterleri de bize eskortluk yaptı ve sonunda Lice’ye geldik. Oradan hemen topçular olarak topçu taburuna geçtik. Saat 18.00'ı geçiyordu. İşte bu intikal ve intikalin sonunda geldiğimiz yer ve manzarası(bkz.ilk resim) bana işin sandığımdan ciddi olduğunu gösterdi(kendimi acındırayım birazcık, değil mi).

Dragon böyle bir şeydi.

Duruyorum, kafamı kaldırıp ileri bakıyorum. Koca koca tepeler var. Arkamı dönüyorum bir kaç köy evi var ve burasının Diyarbakır'ın ilçesi Lice olduğu iddia(bence böyle ilçe olmaz çünkü) edildikçe ne yapacağımı ne diyeceğimi şaşırıyorum, aynen şuan da ne yazacağımı şaşırmam gibi. Lice'de banka hesabı açtırmak(maaş alacam ya la) için taburun dışına çıkma imkanı buldum. Gördüklerimi anlatayım demeyeceğim çünkü o zaman boşluk bırakıp geçmem gerekir. Yol boyu %90'ının kepenkleri kapalı dükkanlar. Açık olanların içi boştu benim gördüğüm kadarıyla. Evlerin önünde oturan çok az insan vardı, çoğu kadın ve onların pek dostça görünmeyen bakışları.

Bu helikopterlerden iki tanesi tepemizdeydi.

Topçu taburuna gelince çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım, havuzu, futbol sahası ve sinema salonu olması sebebiyle bölgedeki en güzel yer olduğunu duyunca hayal kırıklığımın karesini aldım(böyle de matematik bilirim). Bence topçu taburu bir kaç basit binadan oluşan küçücük bir "şey"di. Gece saat 02.00'da yattım. Sabah 05.50'de kalktım. Başta belirttiğim günlük rutini uyguladıktan sonra. Katılış işlemlerini yaptık. O gün taburda birde ekstra bir faaliyet sebebiyle etraftaki birliklerden gelen bir miktar asker olması sebebiyle hareketli bir gündü. Bu yüzden öğlen yemeğinde kuş yemi kadar bir şey düştü payımıza(acıyın acıyın) Ve bu gelenlerden bir kısmı benim görev yerim olan tapan tepe'den gelmişler -ki bu akşam onlarla benimde gideceğim anlamına geliyordu. Akşam saat 17.00 ila 18.00 arası eşyalarımızı da alıp da alıp komandoların bölüğünün olduğu bir yere gittik. Konvoy buradan düzenlenecekmiş. Diyarbakır’da olduğu gibi elimizde bavullar bekledik başlamaya. Bu sefer herkes kobralarla gidecekti ve eldeki kobra miktarı bu sevkiyatı bir seferde yapmaya yetecek kadar değildi. İki gruba ayırdılar ve bizi ikinci gruba attılar. Akşam yemeği olarak eti cin ve acılı patates cipsi üstüne de ufak bir tost(adı öyle napayım) yedik. Sonunda saat gece 03.00 iken hadi gidiyoruz diye dürtüklenerek uyandırıldım oturduğum sandalyede. Araçlara bindik ve yola çıktık. Burada ekstra bir enformasyon (güzel kullandım bu kelimeyi)vereyim sizlere; Aracın tepesindeki silah aracın içinden joyistik ile yönlendiriliyor ve gece görüşü var –ki yolculuk sırasında bir miktar baktık ve gözlerimiz bozulma tehlikesi yaşadı-.

Kobra

Tepesindeki kapağı hava almak için biraz açmışlar ve yolda artık yarı uyur bir halde seyahat ederken o inanılmaz olayı yaşadım. Bu yarı uyur seyahat halindeyken pıt diye bir ses duydum ve bacağımın üstünde küçük siyah bir şey gördüm elimi uzatıp aldım ve ilk dokunuşta naylon ile silikon arası bir maddeymiş gibi geldi. Ana bu nereden düştü lan diye aracın tepesine bakıyorum ve bir yandan da şu araç bile durduğu yerde sapır supur dökülüyor lan diye düşünürken karşımda oturan astsubay o ne dedi. Bilmiyorum arabanın tepesinden düştü anlamadım deyip uzattım. Aldı baktı ve geri uzattı. Ben elime aldıktan sonra söylediği şey ise “ arabanın parçası değil o yarasa” demesin mi, dedi. Normal şartlar altında –ki biz kimyada buna kısaca NŞA deriz(vay yavrum be kimya da biliyorum) Küçük bir böcek olsa “laynn amına koyarım haaa” deyip onu bir yere fırlatacak olan ben elimdeki yarasayı aldım, çevirip sağına soluna baktım ve “anaa harbiden yarasa” tepkisini verdim.

Kobra iç

İşte Batman’a beni düşman eden olay budur. Bunca zaman yarasa de sen, sonarı var gece uçuyor, yok kan emer, bilmem ne yapar, yarasa adamı bile var lan diye pazarla bize kapitalist kapitalist sonra gelsin bizim kobraya çarpsın o küçük aralıktan benim kucağıma düşsün. Hani küçük şeyler için amiyane bir tabir vardır “göt kadar” derler. İşte bu ondan da küçüktü. ”Demek ki sonarı arıza yaptı saniyede bizim ustaya gösterelim, acaba parçasını bulabilir miyiz?” gibi saçma sapan fikirler kafamdan geçerken(gecenin bir yarısı 6 tonluk zırhlı bir aracın içinde elimde bir yarasa olması durumu yeterince saçma gelmedi de) Sen onu bütün yol elinde mi tutacaksın öyle lafıyla tekrar karşıya uzattım ama ayyy gibisinden bir laf duyunca geri çektim ve kobra aracında bugüne kadar fark edilmeyen büyük eksikliği buldum. Nedir nedir diye meraktan çatlıyorsunuz değil mi, söyleyeyim efem! Kültablası yok! (şimdi siz bu gerçeği sindirebilesiniz diye boşluk bırakıyor ve yeni paragrafa geçiyorum. 1 dakika sindirme molası!)

İnanılmaz ama gerçek işte ne yapacaksınız ki. Rahmetlinin cesedini saygıyla yandaki boşluğa bıraktım, ama hakkında düşünmeyi bırakmadım. Yol bitene kadar “acaba beyin kanamasında mı gitti” diye düşündüm durdum. Neyse ki sonunda kazasız belasız(cünyır vampirimizi saymazsak) vardık ta bir duş alabildim. Ne de olsa o kan emici ile temasım olmuştu ve batman’a karşı kinlenen ben bir örümcek adam vakasına kurban gitmek istemedim, kendimi dezenfekte etmeliydim. Sabaha karşı 05.00 da yatabilen bendeniz sabah evlatlarını merak eden bir ailenin telefonuyla 10.40 ‘da uyandım ve uyandırdıkları için azarlayarak güne başladım.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

uzun bir hikaye bu

GÖRMEDEN ÖNCE
Bu yazıyı yazma aşamasına gelene kadar çok çelişkili bir dönem geçirdim. Yanlış anlaşılmaya yol açma ihtimali ile içimdekileri dökmek isteği arasında gidip geldim. Sonunda “blog tutmanın amacı ne içindekileri yazıp dökmeyeceksen ne bok yemeye blog tutuyorsun, kitlelere yön mü vereceksin pezevenk! Yaz gitsin işte!” diyen tarafım ağır bastı. İki kişinin arasındaki meseleye dışarıdan bakmak ve olayı görmek kolay ama bu iki kişiden birisi kendisi olunca insan tarafsızlığını kaybeder gibi, bu yüzden yazı boyunca okurken olaylara objektif bakamayacağımı da göz önünde bulundurun eğer bir değerlendirme yapacaksanız. Birde yazı boyunca elimden geldiğince açık sözlü olacağım, sanki kimsenin bilmediği bir günlüğe yazar gibi, o yüzden bazı kısımlarda kendimi övme veyahut benzeri durumlar ortaya çıkarsa bundandır. Neyse alakasız bir yazıya başlayabilirim artık.

Nereden başlaman gerektiğini bilmiyorsan baştan başlamalısın. Ama o kadar sırdan bir başlangıçtı ki nasıl olduğunu hatırlamıyorum bile önce blog takibi-yorumu sonra formspringden merak gidermek için birkaç soru sonra gmail vasıtasıyla gtalk ve en sonunda biraz mecburiyet biraz emrivaki olarak telefon-ki emrivaki yapan bendim-. Ve bütün bunlar kısa bir süre içerisinde olan biten şeylerdi. Hızlı başlayan her şeyin hızlı biteceği aklıma gelmedi. Gerçi o dönemde ben askere gitmek için işlemlerimi yaptırmıştım ve bu muhabbetin koyulaşması süreci hemen bunun akabinde olmuştu. Ve aslında askere gidişim hızlı bir bitiş olarak aklımdan geçmişti(burada başlangıç-bitiş gibi kelimeler kullanıyorum ama bunları normal insan ilişkisi için geçerli şekili neyse o manada). Gerçi sana samimiyet ve ilgi duymamı sağlayan bir huyun olarak kitap okuman vardı ki bu sebeple elimdeki kitaplarımın bir kısmını sana gönderdim –tabi geri almak kaydı ile ve tabi zamanı gelince senin elindeki kitapları da senden isteyecek yüzüm olabilmesi için.

Askerlik zamanı geldi çattı. Ve aslında bir kopuş olmasını beklediğim bu dönemin sonunda kendimi inanılmaz derecede sana yaklaşmış buldum. Toplamda 78 gün süren acemiliğim boyunca sanırım 60-70 gün arasındaki bir sürede her gün seninle konuşma fırsatını buldum veya mecburiyetini hissettim. Hem de geldiğim, başladığım ilk günden beri. Askerliğim boyunca para harcadığım tek konu bu, seninle konuşabilmek için aldığım ankesörlü telefon kartları(yanlış anlaşılmasın sadece olan biteni belirtiyorum). Açıkcası giderken yanıma birkaç arkadaşın telefon numarasını almıştım canım sıkıldığında ararım diye. Askerlik süresince canım çok sıkıldı, eğer bu günlük telefon konuşmalarımız olmasaydı ne yapardım, bana bir psikolog gibi geldiği biliyor muydun? Peki her gün telefonumu bekliyor muydun, yoksa mecburiyetten mi konuşuyordun benimle? Nede olsa ben askerdeydim ve seni tanıdığım kadarıyla sen bazı şeyleri kendin için değil başkaları için yapabiliyorsun- ya da öyle gösteriyorsun-. Sebebi her neyse! Benimle konuşuyordun ve bu günün terapi saatleri için sana hep minnettar kalacağım. Bu konuşmalar ile farkında olmadan sana yakınlaştım. Aklıma hiç gelmedi değil, acaba diye düşünmedim değil ama her zaman mantıklıydım, daha önce aşık olmuştum ve bunun böyle bir şey olmadığını biliyordum ama adını koyamadığım bir bağlılık vardı.

Askerlik boyunca epey konuşmuşuz gerçekten şimdi yeniden fark ettim. Benimle askerlik yaptırmışım sana da. Ee bu kadar çok konuşunca her şeyi de konuşuyorsun mantıklı-mantıksız. İstanbul ziyaretim de böyle bir konuydu. Acemilik bitince ve kuradan Diyarbakır’ı çekince gitmeden istediğin kadar gez gibisinden bir durum ortaya çıktı. Ve son durak olarak istanbul’a geldim. Sen hafta sonu gelirsen müsait olurum gezebiliriz demiştin. Hatta gelmemden önceki gece arayıp haber verdiğiniz ekstra organizasyonu duyunca şaşırmış ve sevinmiştim. Günlerce telefonda konuşmadan sonra yüz yüze gelecektik, heyecanlıydım-öyle heyecanlıydım ki İstanbul da aramam gereken bazı kişileri aramayı aklıma bile getiremedim.

GÖRDÜKTEN SONRA

Cuma günü öğlen üzeri İstanbul’a gelirken telefonda konuştuğumuz onca şeyi genelde bunu öğle yemeğinde(veya kahvaltıda)baş başa konuşalım istersen şeklinde espri olarak bitirdiğimiz vardı. Espriler gerçekleşecek miydi? Cuma günü akşam saat 19:00 civarındaydı, taksimdeydi, seni ilk görüşüm. Gerçi senden önce “bizim kız”(konuşmalarımıza zaman zaman konu olduğu için bizim) ile görüştüm, ilk izlenimim gayet enerjik ve cana yakın olduğu yönündeydi. Ben heyecanlıydım. Tamam o kadar uzun süre konuşmuştuk ama hiç yüz yüze gelmemiştik ve ben genelde yüz yüze olunca daha sessiz olurum. Bunu sana söylediğimde benim yanımda nasıl olacağını bilemezsin demiştin, onu bilemezdim ama kendimi biraz bilirim. Ki karşılaşmamız sırasında birde bizim kız vardı. Ekstra tanımadığım insan ekstra tutukluk mu yaptı bende? Sen geldin, heyecanlıydım. Senin davranış şekline göre davranacaktım, elimi sıkarsan elini sıkacak, sadece uzaktan kafa selamı verirsen öyle yapacaktım. Geldin ve sarılıp öptün. Samimice yapılanlar gibi içten değildi ama doğaldı. O sırada kısa süre için seni kokladım -bir sapık gibi değil otomatik bir algı olarak-. Güzel bir kokun vardı, hoşuma gitmişti. Konuşmak istiyordum ama saçma sapan laflar söyleyerek salak görünmekten korkuyordum. Çok dinleyip az konuşmaya karar verdim, kendim her zaman yaptığım gibi, en azından mümkün olduğunca doğaldım. Kalacak yer problemim vardı ve bütün gezdiğim yerlerde hep arkadaşlarımın evinde kalmış olmanın rahatlığıyla beni senin ağarlayacağını düşünüyordum. Evde iki kız kalıyordunuz ve ben yine kendimi bildiğim için bir gece misafirlik etmemin bir sıkıntı olmayacağı görüşündeydim. Sen beklediğimden sert bir tepki verdin. Bence de haklıydın ama kalacak yeri önemsemiyordum, neler yapacağımız önemliydi gece nerede nasıl uyuyacağım değil. Planları bizim kızın yaptığını görünce biraz kuruntulandım, aklımdaki şey bara-diskoya gitmek değildi istanbulun güzel yerlerini gezeriz ve o güzel yerlerin sakin olan birisinde oturur mümkünse sohbet ederiz kısa ama dolu geçmişi bu sefer görsellikle doldururuz diye hayal etmiştim. Birde bizim kız arkadaşlarını ve özellikle erkek olanları çağırınca rahatsız oldum, sadece sevgilisini çağırsa rahatsız olur muydum(bana ne oluyorsa)? Karnımızı pek özel olmayan bir yerde doyurduk. Özel olsun sadece seninle hatırlayacağım bir yer olsun isterdim-romantik olsun değil, özel olsun-. Oradan bir bara geçtik İstiklalin yan sokakları oluyor oralar değil mi? Çok fazla gürültülüydü ve üç kişiydik.

Ben oldum olası bar-disko ortamlarını sevemedim, oradaki insanları ve eğlence anlayışlarını bir türlü sindiremedim-sindirmem de gerekmiyordu ya- . Benim hayatımda müzik hafif bir arka fon olmalı, bütün sesleri bastıran iletişimi öldüren bir şey değil. Ben sadece sevmediğim insanlarla olduğumda gürültülü yerleri severim, konuşmak zorunda kalmadığım için. Ses çıkartmadım senin isteklerine uyum sağlayabilirdim, sen böyle olsun mu istedin? Bizim kızın çağırdığı arkadaş olarak bir oğlan geldi, rahatsızdım, hoşlanmamıştım. Onun geleceği belli olduğunda bu gece onda kalırsın diye yine kendi kendine kurarken bizim kız ben bunun olmamasını tercih ederim diye düşünüyordum. Çocuk çok komikti(!) size göre. Bence ise çok yapmacık ve ucuzdu, yaptığı şey piçlikti ve ben böyle davranan insanlardan hoşlanmazdım, kıskanmış mıydım? Duygularımdan emin değilim hala ama sanırım hem sevmedim hem kıskandım. Sevmedim, siz daha masadan ilk kalktığınızda benimle ilk konuşması seninle sevgili olup olmadığımdı, değildim, olmayı ister miydim? Eğer aşık olsaydım, yani mantığı bir kenara atacak kadar tutkulu bir ilgi duysaydım evet isterdim(aşk tanımım bu değil örnek olsun diye yazdım). Güzeldin. Ama biraz hoşlanıyordum ve tecrübem ile mantığım farklı şehirlerde olan insanların ilişki yaşayamayacağını çok iyi biliyordu. Belki bu yüzden farklı şehirlerde olmamayı isterdim önce, ama şu gerçeklerde istemiyordum. Kıskandım, çünkü bu kısa konuşmadan sonra siz masaya gelince göz göre göre sana askıntı olmaya başlamıştı ve ben senin onu tersleyip ağzının payını vermeni beklerken sen onun asılmak için yaptıklarına gülümseyerek cevap verdin. Çocuğun bundan cesaret aldığını hissettim o yüzden değil miydi asılmayı dokunma-temas aşamasına getirmesi? O gürültülü yerde ben gürültülerin dışında bunları düşünüyordum.

Dışarı çıktık başka bir yere gitmek için “Oh” dedim kendi kendime bu gürültülü yerden kurtulup rahat rahat konuşabileceğimiz bir yere gidebilecek miydik? Bizim kız ise aynı eğlence anlayışı ile devam etmek istiyordu. Soğudum. Yağmur vardı ve ben yağmuru severdim. Sen de yağmuru sevdiğini söylemiştin, aklımda öyle yer etmişti, yağmur yağınca şemsiyeni çıkarttın, ıslanmak istemiyordun. Bu nasıl yağmuru sevmek dedim kendime. O çocuk ise bundan da bir fırsat yaratmak peşindeydi hemen şemsiyenin altına girme bahanesiyle yanına geldi, görmek istemedim, önden yürümeye karar verdim(bana neydi). Gene bir bara gittik ben araba kullanacağım için sadece bir bira içmiştim(o gürültülü yerde ), zaten alkole düşkünlüğü olan biri değildim, içeceksem bile yine müziğin arkada güel bir fon olduğu bir bahçe veya evde sohbetin yanına meze olsun diye içerdim. İçeyim diye gürültülü müzikli mekanlara gitmezdim. Canlı müzik vardı. L şeklindeki masaya ben yukarı tarafa siz üçünüz ise sırayla sen, bizim kız ve o çocuk şeklinde oturmuştuk. Uyanıklık yaptım, önce senin ve bizim kızın oturmasını bekledim sonra sana yakın olan yere oturdum, hala seninle konuşma ihtimalini düşünüyordum. Bir ara bizim kız ve bence piç olan oğlan lavaboya gittiler, müziğede ara verilmişti sanırım. Seninle konuşabilmek için ne iyi fırsatı, orada seninde sıkıldığını, başının ağrıdığını aslında böyle yerlerden hoşlanmadığını duyunca sevindim, istersen kalkalım o zaman gibisinden bir şey söylediğimde ise bizim kız seviyor kalalım her zaman gelmiyoruz dediğinde hatırladım başkaları için fedakarlık yapabilirdin. -Şimdi anlatacağım iki olayın kronolojik sıralamasından emin değilim-.

Canlı müzik oradakilerin isteğiyle romantik bir havaya büründü, slow bir şarkıydı ve cıvık olarak bizim kızın “hadi”si ile bizim kız ve o oğlan dansa kalktılar. Gözlerim senin üzerindeydi. Acaba bende seni dansa kaldırmalı mıydım? Dans etmeyi bilmiyorken-beceremiyorken- bu fırsatı değerlendirmeli miydim? Sorsam hayır der miydin, peki ben sana aşık değilken ve bundan eminken seninle edeceğim birkaç dakikalık dans yüzünden bedenlerimiz o kadar yakınlaştığında, teninin kokusuna o kadar uzun süre maruz kaldığımda yine kendimden emin olarak kalabilir miydim? Ya sana dokunmaya kıyabilir miydim? Yapamadım, o kadar cesur olamadım. Bu sırada bizim kızın kaş göz işaretleri vardı ama benim kararımı o etkileyemezdi ki. Biz kalkmayınca bana bir dakikadan bile kısa süren danslarını bitirdiler – bizim kız bitirdi-. Ve gelip seni kaldırdı dansa. Hiç nazlanmadan kalktın, şaşırdım. Daha sonra o çocuk geldi birden. Bizim kız mı kaldırdı yoksa kendisi mi kalktı o kısım bende flu. Senin ona bırakan bizim kız benim yanıma geldi beni kaldırmak için. Sen orada başka biriyle dans ederken ben de dans edebilir miydim. Ama eğer kalkarsam belki gene eş değiştirir ve seninle dans eder konuma gelirdim. Hayır dedim bizim kıza. Direk surat asıp oturdu. Ben ise onunla ilgilenecek durumda değildim. Dansınızı , seni görmeliydim. Vücudum buna nasıl bir tepki veriyordu, mide özsütünü salgılayarak mı? Açlık mı hissediyordum? Ne kadar dans ettiniz, o kadar yakın olmak zorunda mıydınız dans ederken? Artık daha fazla kalmak istemiyordum, başım ağrımıştı, vücudum buna böyle mi tepki veriyordu(hem bana ne oluyordu ki)?
Diğer olay ise lavaboya gitmendi il kalktığın anda peşinden gelir gibi yapmış birkaç adım sonra hemen geri oturmuştu ama yaklaşık bir dakika sonra o da lavaboya gitti. Mekan ile lavaboların olduğu kısım arasında bir kapı vardı ve yarısına kadar buzlu camdı. İlk girdiği andan beri barın ta karşı tarafındaki o pencereye odaklanmıştım. Buzlu camdan orada kapının arkasındaki varlığını görebiliyordum. Amacı neydi? Tuvalete girmek olmadığına emindim. Gece benim için bitmişti ve yalan olmayan baş ağrımı öne sürerek kalkmayı önerdim. Bizim kız mutsuz oldu onun için gece hala çok uzundu. Oyun bozan olmak istemedim oturmayı kabul ettim. Ama eğleniyor rolü yapacak kendimi ve sizi kandıracak değildim, eğlenmiyordum!

Bu durumun üstüne yaklaşık birkaç saat daha oturduk sanırım. Sonunda kalkma zamanı geldiğinde bizim kızın o oğlana benim kalacak yer sorunumu aktardığını fark ettim ve oğlanın olumsuz cevabını fark edince mutlu oldum. Bugünün sonunda eğer kabul etseydi onun evinde kalmamak için bahane bulmak zor olacaktı, farkında olmadan beni bu zahmetten kurtardı.

Taksimdeydik ve artık dağılma zamanıydı. Bizim kız ve o çocuk tekrar buluşmanın planlarını yaparken ben gitmenin planlarını yapıyordum. Sen eve taksiyle dönmek istiyordun benim götürmemi istemez gibiydin? Hangi sebeple diye düşünmeden edemedim ama tatmin edici bir cevapta bulamadım. O çocuk ümraniye’de oturuyormuş, uzak olduğunu duyunca sevindim(kıskanmış mıydım). Ayrılmak için vedalaşırken bile sana asılma derdindeydi iki kere sıkı sıkı sarılmak bizim kızın arkadaşıyken ona bir kere sarılması ve mecbur hissettiği için olabildiğince uzaktan benimle tokalaşması bunun ispatı değil miydi? Tam arkamızı döndüğümüz, benim oh be dediğim sırada anlamadığım bir şey söylediğinde neden ikinizde dönüp gel seni de atalım dediniz? Araba benimdi, onu bütün gecenin sonunda yaptıklarının ödülü olarak evine bırakmak isteyeceğime nereden karar verdiniz! İlk anda böyle düşünmüştüm. Sonra(birkaç saniye) tekrar düşündüm o beni evine almamıştı ve bende bu yüzden onu evine bırakmalıydım, yüzüne vuracağım bir tokattan daha etkili olurdu bence. Hem de bütün gece beni sinir eden çocuğu belki arabamla ezerim diye düşünmüştüm. Hiç ahlaklı bir düşünce değil farkındayım, ama ahlakımı bütün gece gereğinden fazla korumamış mıydım? Hem birde onu evine bırakırsak önce onu bırakacağımız için beraberce ve kendi hakimiyetimde ki bir alanda seninle daha fazla zaman geçirmiş olacaktım. Hayır aşık değildim ama bütün gece sinir olduktan, hayal kırıklığına uğradıktan sonra bu biraz iyi gelirdi. Gece sizi de bırakırken artık nerede kalacağım sorusu yavaş yavaş aklımda yer etmeye başlamıştı ama hala en önemli meselem değildi.

Gecenin sonuna geldik sanıyordum ama son bir süprize daha hazır olmalıymışım. Sizin evin önünde siz inerken bizim kızın hadi sana iyi yolculuklar demesine şaşırmıştım, nereye gidiyordum? Ankaraya dönmeyecek misin cevabı kafamda bir şeyleri yerine oturtmuştu. Gecenin oyun bozanıydım, benim yüzümden yeterince eğlenmemişlerdi –bense her şeye rağmen ilk yüz yüze görüşmenin mutluluğundan dolayı günü artı da kapattığımı varsayıyordum-. Senin için aldığım ufak hediyeler çantamdaydı bagajdan çıkartmam gerekiyordu, sen ise bir an önce gitmemi ister bir haldeydin komşulara yakalanmayı istemek miydi tek sebep? Aynı akşam ki gibi öpüştün, doğal ama samimi değil. Ve ben gelmeden önce ortaya atılan sürpriz planda bu arada iptal olmuştu. Ama bu kadar çabuk pes etmeyecektim, ertesi gün seni tekrar görecektim hem senden almam gereken kitaplar vardı, hem de bu sefer yalnız olacaksın gibi bir hayalim.

Sizi eve bıraktıktan sonra rasgele yollarda rasgele dolaştım yaklaşık bir saat geçtikten sonra artık araba sürmek tehlikeli olacak bir duruma geldiğinde ilk gördüğüm pansiyonun önünde durdum. Sabah fazla mesain vardı ve çıkış saatin belli değildi , olsundu İstanbul gibi bir şehirde vakit kolay geçerdi. Gece çok rahat uyumadım ve sabah erken kalktım zaten bu izbe yerde daha fazla kalmakta istemiyordum. Duş alıp, giyindim biraz müzik dinledim ve çıktım. Rasgele sürmeye başladım yine,bir süre sonra birden seni arayıp eğer hala çıkmadıysan gelip almayı ve işe bırakmayı önermek aklıma geldi aklıma. Aradım, yoldaydın. Biraz dolaştım ve sonunda iş yerine yakın olduğunu tahmin ettiğim bir bölgeye yöneldim zamanımı orada hangi alışveriş merkezi varsa onun içinde çok kolay harcayabilirdim. Saat 14.00- 14.30 gibi çıkabileceğini söylemiştin, 12.30 gibi aradığını görünce şaşırdım. Geldin, yine dünkü gibi öptün, ben figürandım. Yemek yedik bu sefer biraz farklıydı. Bu sefer baş başaydık ama o telefondaki samimiyetini yanındayken bulamıyordum.. İşlerinin yoğunluğu muydu bunun sebebi? Bence daha fazlasıydı. İkimizde konuşacak havamızda değildik bir iki basit giriş denedik ama pek kısa sürdü. Konuyu düne ve o çocuğun sana asılmasına getirdim, bir erkek olarak erkeleri senden iyi tanıdığımı ve gördüklerimi söyledim, kabul etmedin hem olas bile iş bende biter dedin, haklıydın. Ama bu konuşmayı benle yapıyor olmaktan rahatsızlık hisseder gibiydin. Sanki sanane demek ister gibi(doğru gerçekten bana ne?). Madem yapacak doğru düzgün bir işimiz yoktu senin işini halledebilirdik. Bu sebeple(bahaneyle) oradan çıktık ve işi halledemeyeceğimizi anlayınca arabaya doğru yöneldik. Artık itiraz edecek değildim, belli ki gitme zamanım gelmişti, o gelmemden önce ortaya atılan organizasyonla ilgili yapılan hiçbir davet yoktu- hafta sonu benimle ilgilenecektin ve benim hayal ettiğim ilgi, telefonda alıştığım ilgi bu değildi-. Biliyorum plansız bir iş hayatın vardı olacakları sende kestiremezdin ama beni bir daha görüp göremeyeceğin meçhulken en iyi ihtimalde bile 8-9 ay göremeyecekken daha farklı davranamaz mıydın?. Seni son kez gideceğin yere bıraktım bu sefer Anadolu yakasındaydı. Kadıköy müydü?

Vedalaştık yine ilk günkü gibi. Sana gerçekten sarılabilir miydim, tüm samimiyetimle? Sarıl(a)madım. Sen arabadan indin ben artık ne geriye dönüp sana bakmak ne de bu şehirde daha fazla kalmak istemiyordum. Oysa aramam gereken arkadaşlarım vardı ama kafamda bunları düşünmeye yer yoktu. Ne hissediyordum sana karşı, dürüstçe. Aşık değildim çünkü mantıkla yaklaşıyordum. Aşık değildim, her tanıdığım dişiye potansiyel sevgili adayı gözüyle bakmıyordum. Aşık değildim çünkü her şeyin bir sonu olduğu gibi aşkında bir sonu vardı. O hafta sonu işlerin çok yoğundu ve benim ankaraya sağlam bir şekilde gitmem dahil hiçbir konuda düzgün bir iletişim kuramadık. Aksine twitter’a yazdıklarını da kısmen üstüme alındım, son zamanlarda çok mu hüsnü kuruntu biri olmuştum?

Ben sana farklı davranırken bu süreden , görüşmeden sonra bu seni neden rahatsız etmeye başlamıştı? Yukarıda ki düşündüklerimin bir kısmını yakaladın ve benim sonunda çıkardığım sonucu ters olarak mı çıkartmıştın? Hani sen ön yargısızdın, hani diğerlerinden farklıydın ben onlar gibi davranmıyorum diye neden benden rahatsız oldun? Her zaman farklı değil miydim? Kolay taşan sabrım bir kere daha taşmıştı bütün bu birikenlerin üstüne kolay mı demeli zor mu bilmiyorum. Sonunda hiç hoş olmayan bir tartışmayı hiç hoş olmayan bir şekilde yaptık. Pişman oldum.

Şimdi biliyorum ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sen bana olan güvenini yitirdin, ben fırtınalı günlerin limanını yitirdim. İşte aşık değildim ama sana normalden fazla gözüken ilgim de bundandı.
Güzel bir kızsın ve her insan gibi beğenilmeyi istiyorsun, alıyorsun da.
Ama küçüksün(gençsin manasında), bunu sana ilk ne zaman söylemiştim –ki aslında benim söylememin bir önemi yok bunu sen zaten kendine söyleyeceksin.
Dediğim gibi bense hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum, o yüzden artık denemekten vazgeçtim ama her ihtiyacın olduğunda yardım etmeye hazırım, senin bana yaptığın yardımı unutmayacağım.

Ben seni terk etmiyorum, bırakmıyorum, sadece bunaltıyor gibi bir durumda olmaktan çıkmak istiyorum.

p.s : kitaplarım konusunu ise en baştaki haliyle beklemede

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Diyarbakır'ı izledim





Malumunuz askerliğimin ilk üç ayını(kendisine acemilik dönemi diyorlar) Ankara-Polatlı'daki Topçu ve Füzeci okulunda, evime 1.5 saat mesafede yaptım. Bu sürenin sonuna geldiğimizde sağ elim(hemen ibnelik düşünmeyin bak!) vasıtasıyla çektiğim kuradan diyarbakır-lice tapann tepe diye bir yer çıktı -ki benim gibi bir adama tapan tepe gibi bir yerin çıkması ironi açısından gayet hoş oldu bence-.

Toplamda 15 gün süren bir izin, bir tatil döneminin ardından yolculuk zamanı geldi çattı. Tatilde izlediğim güzergahı ve yaptıklarımı üstün körü olarak iki önceki yazıda belirtmiştim, işte bunun üstüne diyarbakıra gelmek insanın aklına neler getiriyor neler bunu anlatmak zor, hani yaşamayan bilemez, tahmin edebilir ama hayal edemez(o ne demekse artık). Hele birde yanında bir sürü eşya ile gitmek zorunda olmak durumu var ki o bile ekstra fiziksel yükün yanında zihinsel yüke yol açabiliyor. Ben kendimi çok gezen birisi olarak görürüm(türkiye ortalamasına kıyasla) tabi bunda büyük pay kendimi bildim bileli arabamız ve gezme merakımız olmasında. Ama gittiğim en doğu kayseriydi. Gerçi bu doğru değil 1996 senesinde bir haftalık kars-ardahan-ığdır ziyaretim olmuştu ama o zaman çocuktum sayılmaz.

Diyarbakıra beni korkutan bir iniş yaptık, taksiyle merkezdeki ktm(kabul toplama merkezi)'ye geldik, kayıt yaptırdık ve misafirhaneye yerleştik. Bu kısıma kadar diyarbakır hakkınad kafamda oluşan tek düşünce gerçekten cehennemin türkiye şubesine geldiğimdi.Tabi insan bu nereye giderse, ne yaparsa yapsın susuyor, acıkıyor. Bizde acıkınca yemek nerede ve kaçta diye sorduk ve dışarıda yememiz gerektiğini öğrendik. Diyarbakıra yeni gelmişim, hakkında bildiğim bütün bilgi tv'de gördüğüm olaylar ve bu yüzden aklımda "aman dikkat et her an bir yarrağa gelebilirsin" şeklindeydi. İstanbulun taksimine tekabül eder mi bilmiyorum ama ankaranın kızılayına denk bir yer olarak diyarbakırda ofis denen bir bölge mevcut ve bizim kaldığımız askeri tesisler buraya sadece 5 dakika mesefede(en güzel yeri kapmışlan lan yine görüyon mu). -Benim asıl görev yerimi başta belirttim bildiğin bir dağ başına gideceğim ama iç güvenlik bölgesi olarak adlandırılan bu yerde kafana göre gidemiyorsun, askeri konvoy yapılmasını bekliyorsun yani ben o konvoy gelene kadar güzel günlerimi yaşıyorum diyarbakırda. o yüzden ilerde fırsat bulamayacağımı göz önünde bulundurarak hava serinlediğin anda kendimi dışarı atıp diyarbakırı keşfetmeye çalışıyorum.-

Daha askeriyenin kapısından dışarı adımımızı yeni atmışız ve hemen karşı kaldırımda oturan3-5 veletten bir tanesi soluğu yanımızda aldı. "asker abi bir sakız alır mısınız? allah sevdiklerinize kavuştursun abi bir sakız alın abi, son sakızım abi" diyerek takıldı yanımıza "kaç paraya satıyorsun" dedim cebimde bozukluklar vardı. "ne verirsen abi" diyince biraz kıllandım açıkcası kıllanmadım değil ama neyse dedim cebimdeki 25 kuruşu uzattım. Ve ne olduysa bu anda oldu. Çocuk parayı aldı ve arkasını dönüp koşmaya başladı diğer arkadaşlarının yanına, sanki kovalayan varmış gibi. Şaşırdım böyle yapacağını düşünmemiştim. Neyse deyip yolumuza devam etmek için döndük ki aynı gruptan bir çocuk daha geldi "benden de bir sakız alın abi, allah sevdiklerinize kavuştursun abi" biz ne kadar aldık, bozuk paramız kalmadı , senden yarın alırız desekde çocuk inatçı nuh diyor peygamber demiyor. Ama bizde inat ettik ve çocuk yanımızda bu aynı lafları tekrar ederek yaklaşık 500 metre yürüdü ve sonunda vazgeçip geri döndü. Azmine hayran kaldım ben. Ama bu olay kafamda diyarbakırı çözmem için yeterli oldu. İşte televizyonda eylemlerde taş atarken gördüğümüz o çocuklar ve 25 kuruş için peşimizde koşturmaları. Daha sonraki günlerde benzer bir olay olarak ama bu sefer tecrübe edinmiş ve hiç bir şeyden korkmaya gerek duymadan oradan oraya gezerken karşılaştığım bir manzara; Bir tane polis panzeri, her tarafı taşlardan, sopalardan aldığı darbelerden dolayı ezik veya çürüyüp iz olmuş şekilde yolun kenarında duruyor. Önünde bir tane polis ve etrafında üç tane diyarbakırlı çocuk. Olayı anlamak isteyerek biraz yakınlaştım ve çocuklar polisin botlarını boyuyorlardı. Belki birkaç ay önce taş attıkları panzerin polisi.


İşte diyarbakır özünde bu çocuklar. Maalesef birkaç lira için yapmayacakları bir şey olmayan çocuklar. Bu çocukları ufacık paralarla kandırıp o eylemlerde en öne koymak o kadar kolay göründüki. Bir top için, bir oyuncak için neler yapabilirler diye düşünmeden kendimi alamadım.
Benim burada gördüğüm herkes ekmeğinin peşinde, geçim derdinde.

Bunları gözlemleyince benimde ilk günkü korkum kalmadı. Hatta ikinci gün öyle ara sokaklara girdim ki hani insanı sikseler kimsenin ruhu duymaz diye adledilen yerler. Öyle yerlerki girdim ve kayboldum, çıkmaz sokaklar yüzünden bazılarının sonundan geri döndüm.


Aslında anlatacak çok şey var daha. Kitapçı maceram var, kebapçılar var, tarihi mekanlar var onları sonra yazayım yoksa çok sıkıcı ve uzun bir yazı olacak bu. Zaten etkileyici bir yazı olmadı gibi aklımdakileri kelimelere dökmekte zorlandım ve tamamen yansıtamadım sanırım. neyseki bu ihtimali düşünerek bir kaç fotoğraf çekmiştim (:


ahashdahh çarşının adına bak

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Yolunun yolcusu


04.07.10 -ki kendisi geçen hafta pazara tekabül ediyor- sabahında düştüğüm tatil yollarımdan bugün akşam itibari ile dönmüş bulunuyorum. Yaklaşık 2500 kilometreye tekabül eden yolculuğum boyunca, başıma hiçbir iş açmayan, beni hiç bir sıkıntıya zerk etmeyen sevgili ve yeni(bizim için yeni çünkü 30 haziranda aldık) otomobilimize bu zevkli yolculuğu sağlayan en önemli etken olarak teşekkür ederim -evet duygusal bağ kurdum-.

Çocukluğumda çakal kasa olarak adlandırılan eski bir bmw'miz olduğunu hatırlıyorum-kısa süreliğine-. Açıkcası o zaman zaten onu sürebilecek kadar değildiğim(bulursam fotoğraf ile ispatlayacağım). Oyüzden bu seyahat hayatımdaki ilk gerçek bmw deneyimidir diyebilirim. Ve pailo da bmw de kullanmış biri olarak ikisi içinde aynı hız limitlerini uygulayan yasaları eşitlik ilkesine aykırı buluyorum aihm'e bu konu ile ilgili bir başvuru yapsam mı diye düşünmekteyim.

Tabi ben şimdi bunları yazıyorum ama niyetim bir şeyleri gözünüze sokmak veya nispet yapmak değil, olanı-biteni kayıt altına almak.Kamuoyuna önemle duyrulur falan.

Yolculuğa çıkmayı askerliğe başladığım günden beri planlıyordum. Gerçi planlıyordum diyorum ama planlı hiçbir iş yapmadım, sadece yap diyen nike(just do it) ilkesinden ilham alarak, yılların hayalini gerçekleştirmek niyetindeydim, planlı olan tek kısım herhangi bir yolculuk yapmamdı -ki işte bu sebepledir ki gittiğim yerlerdeki arkadaşlarıma ya oraya doğru yola çıkarken ya da birgün öncesinden haber vererek hareket ettim. Tabi bu kısım yüzünden bir kısmı ile görüşemedim ama bu şekilde hareket etmekten pişman değilim.

Güzergahım; Ankara -Eskişehir(1 gece) -Kocaeli, Gölcük(1 gece) -İzmir, Çeşme(2 gece) -Kocaeli, Gölcük(1 gece) -İstanbul(1 gece) -Ankara şeklinde oluştu.

Güzergah neden böyle diye düşünen yoktur ama olsun be "öyle düşünen birisi yok o yüzden açıklamayayım, öyle düşünen birisi olursa da öyle düşünmeyen birisi açıklasın" şeklinde karışık, "acaba bu ne demek istemiş, ne saçmalamış lan" dedirtecek bir cümle kurmaktansa açıklamayı yeğlerim. Şimdik şöyle oluyor; Eskişehir yolumun üstü oradaki dallamayı kandırıp Kocaeli'ne gitmek, oradaki diğer çok sevgili arkadaşımıda alarak hep beraber bir kaç gün tatile gitmek ki arada programı uyarsa bir diğer arkadaş içinde Bursa'ya da uğramak . Tabi şimdi birisi dallama birisi çok sevgili olunca bu arkadaşlardan siz hemen hangisinin benimle tatile geldiğini, hangisinin gelmediğini ve hangisininde elinde olmayan sebeplerle gelemediğini hemen anladınız.

Kısa süreli bir tatil olmak zorundaydı çünkü malum kpss vardı. Bu sebeple çok aşağıya inmeyip kafa dinleyecek bir yer hayal ederek bir süre önce gittiği Çeşme, Ilıca'yı çok öven ve bu övgüsünü gösterdiği fotoğraflarla süsleyen çok sevgili arkadaşımın etkisiyle Çeşme'ye gitmeye karar verdik.

Çeşme için söyleyecek pek fazla şeyim yok. Güzel ve istediğim gibi bir tatil oldu genel itibarı ile. Çok kalabalık değildi, açıkcası hiç kalabalık değildi Antalya ve yöresine kıyasla yani. Denizde 1 metrekarelik bir alanda zıplamak zorunda değildiniz, istediğiniz gibi özgürce kulaç atabilirdiniz -ki biz attık-.

Sonra dönüş yolu ve benim için yolculuğun en istediğim, en planladığım ve merakla beklediğim kısmı olan İstanbul bölümünün Gerçekleşmesindeydi sıra. Bu yola yanımda çok fazla hayalle çıktım. Bir kısmı orada bulunduğum sürece üstümde çok ağırlık yaptı. Bu yüzden bazı ters bakışların ve olumsuz düşüncelerin odağında olmuş olabilirim, tabii herkes tarafından değil. Yolculuğumun genel yapısına uymayarak bir kaç plan var olduğundan mıdır bilmiyorum ama olmadı, planlar tutmadı. Bir kaç pişmanlık, biraz hıyarlık, sıfır kötü niyet.
En zevk aldığım, en pişman olduğum, en bitmesin istediğim, en sıkıcı olduğum, en güzel, en rahatsız olduğum, en iyi, en hayal kırıklığı yaratan, en mutlu olduğum kısımlar İstanbulda'ydı. Zaten İstanbul'dan da böylesi beklenir değil mi?(yazarken kendimi hiç kısıtmaladığım çok belli oluyor mu?)

Bütün bu yolculuğum boyunca beni karşılayan, ağırlayan, gezdiren, bana katlanan, kendi yoğun hayatlarında bana da yer açan, benide planlarına katan, asık suratıma katlanan arkadaşlarıma ve rahatım için ellerinden geleni yapan ailelerine, yolculuğum boyunca bir kere bile çevirmeyen polisimize ve tabi maddi ve manevi sponsorum olan aileme en içten teşekkürlerimi iletirim, onların burayı okumayacağını bilerek. Sizin için elimden ne gelirse yapmaya hazırım.

p.s: Yazı boyunca kendisinden hiç bahsetmediğim birde navigasyon aleti var ki kendisine de genel olarak müteşekkirim(özellikle istanbul kısmında yola çıkmamdan önce yaptıkları yüzünden)

p.s(2):Yok ısrar etmeyin yolda nasıl yanma tehlikesi(abartıya bak) atlattığımı yazmayacağım.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Dalgınım ama hayatı ıskalayamam


Dalgınım, şaşkınım, ne yapacağını bilmezim ama ben her an değilse bile sık sık böyle olurum zaten. Şimdilik en önemlisi 15 gün boyunca hürgeneralim. Gün itibarı ile 3 aylık öğrencilik dönemim bitti, pek işe yarar bir şey olduğuna inanmadığım rütbeleri taktık. Artık yaklaşık 9 ay boyunca görerek öğrenme yöntemini kullanacağım Diyarbakır-Lice'de...

Kurs , dersler, sınavlar, kuralar, eğitimler ve türlü türlü işkencelerle geçen 3 aylık süreden bahsetmek istemiyorum şimdi(bazen eğlenceli olduğu kısmını da yazalım da tanım eksik kalmasın). Bu 3 ay süresince kaçırdıklarım, yetişemediklerim, orada olmadığım için sahip çıkamadıklarım var şimdi aklımda. "Neden böyle bir şeye mecbur bırakıldım, bunların hesabını kimden soracağım..." gibi sorular var aklımda. Ve ilk sorunun cevabını hiç bilemesem-alamasam- de ikinci sorunun kinden eminim; kimseden, hiçbir şey için hesap sormayacağım -gün gelirde sormak imkanı doğarsa bile...

Teşekkür etmek istediklerim var aklımda, bu üç boyunca öflemeden, pöflemeden, bıkmadan, usanmadan benimle konuşanlar, beni dinleyenler, sakinleştirenler, kafayı sıyırmamın önüne geçenler, benimle beraber askerlik yapanlar... hepinize çok teşekkür ederim ve size gerçekten borçluyum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Kime göre? Neye göre?

Askerlik zor zanaat azizim. Hele benim gibi hayata bakış açın "koy götüne gitsin" ise daha zor. Hele hele arızalı-arızasız ayrımı yapılmasmasından dolayı rütbe alıp bir yerlere gelen insanların hergün bir sürü kişiyi askerlikten soğutmak için(sanki çok sıcakmış gibi) elinden geleni yaptığını düşünürsek.
Neyse yav, kötüsünü herkes dinlemek istemez. O yüzden şimdi iyilerinden birisi;

ama kısa bir an

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kumbara

Çok fena bir birikim yapma halindeyim. Yazacak o kadar çok şey birikiyor ki, o kadar mantıksız uygulama akıl süzgecime takılıp kalıyor ki, sonunda bırakıyorum ben o yüzden de nasıl anlatsam nereden başlasam dalgaları arasında boğuluyorum. Zaten 'bende bir akıl süzgeci sıkıntısı var galiba' halleri de cabası. Yani ister istemez makaraları serbest bırakıyor insan. Zaten kapalı bir yerde sürekli aynı insanlarla kalmak "das experment" havası yaşatıyor insana.

Bugün mesela çarşı iznim sadece polatlı için gerçerli ama kim tecavüz eder orada yazana? İlk otobüse atladığım gibi hop Ankara. Ankara'nın ilçesinden Ankara'ya gelmenin yasak olması evci çıkamamak zaten yeterince saçma değilmiş gibi bir gün Ankara bir gün polatlı izni olması durumunda ben makaraları salmayayım da kimler salsın.

Birde albay - yarbay rütbesindeki çoğu kişinin(çoğu'nun altını çizdim varsayın) artık bazı şeyleri aşmış olmasının rahatlığı ve samimiliğini görüp ondan sonra götü boklu(albaylara kıyasla) üsteğmen ve civarı rütbedeki kişileri kasıntı hallerde görünce bu işte bir yanlışlık var diyorum .

Gene birde zor olan şey var ki salak insanlar. Kendilerini sisteme hizmet etmek için bu dünyaya geldiklerine inanmışlar, sistem bize hizmet etmeli dediğimde saçma sapan hallere bürünürlerse benim sineceğim gibi bir inanca kapılmışlar. Sanki sürekli aynı şeyler telkin edilince kendileri gibi hipnotize edilmiş bir köle olacakmışım gibi... Sanki ben onlar gibi düşünmek zorundaymışım gibi...

7 Mayıs 2010 Cuma

yemin iç!

Sonunda hapishaneden çıktım. Söyleyecek(yazacak) o kadar şey oldu ki... Şu 1 ayda kendimi ben diyeyim 3 sen de 5 yıl yaşlanmış hissediyorum.

Bütün ömrüm boyunca çektiğim çile, işkence ne varsa hepsini topladım ve terazinin bir kesesine koydum. Karşı kesede son 1 ayım var ve ağır basıyor...

Bu arada anladım ki ayaklar sandığınızdan çok daha kıymetli organlar.

Yazsam roman olur tadındaki bir ayın sonunda kısa bırakmak daha hayırlısı gibi geldi.

yine yeniden ;
haydi erkekler savaşa - yaşar kurt

10 Nisan 2010 Cumartesi

Ya Topçu Ya Popçu


Sonunda nereye gideceğim? Ne kadar askerlik yapacağım stresi vol. 1 bitti.
Gece haberi alınca sevindim ilk başta(uyku sersemliğime verin). İyi dedim, Ankara dedim. Uzunsa da artık para alıcam işte, gelince sürekli ertelediğim zıvırları(bkz.nikon dslr, bkz.mac) alırım dedim, zaten Ankara işte evci evci takılırım dedim. Tabi sabah olup her şeyin biraz daha farklı görünmeye başlaması vol. 2'ye(tu[two]'ya değil ikiye) geçiriyor insanı.

Yukarıda görüldüğü üzere branşım çok fena ki bu konuyla ilgili şuana kadar okuduklarım 'boku yediniz!' kıvamındaydı. Eğer branşım okuldan mezun olduğum bölümle ilgili olsa imiş 18 gün süren keyifli denebilecek bir acemilik yaşayacakmışım. Ama yukarıdaki adını söylemeye çekindiğim branşa düştüysem -ki düştüm- 3 ay acemilik boyunca 'yat, kalk, koş, sürün, yuvarlan, yakala, tut coo tut' kıvamında geçecek bir askerlik süreci yaşayacakmışım. Ateş idarecilik ve takım komutanlığı birbirinden ayrı mı yoksa bir mi henüz çözemedim ama ikisi ile de ilgili iyi bir şey okumadığımdan şuan benim için birler. Ayrıca birde Polatlı garnizonu bölge olarak Ankara'nın dışında kalıyormuş ki bu benim hafta sonları evci çıkma hayallerime vurulmuş bir darbedir. Şimdi ben bu darbecileri asmayayım da besleyeyim mi?

5 Nisan 2010 Pazartesi

PSP Güzellemesi ve Mobil Teknoloji Evrimim


Üniversiteye hazırlanıyordum, teknolojik ürünlere merakım vardı, En yakın arkadaşım ipod almıştı -o zamanlar moda bütün mp3 çalarlara aypod demekti ama arkadaşım gerçekten ipod almıştı-. Hafızama güvenilmez o yüzden 20-40-80 gigabytelık modellerin hangisinden almıştı hatırlayamıyorum ama 900 tl gibi bir paraya kredi kartına 12 taksitle aldığı hala bugün gibi aklımdadır. Bende bu icadı evimize sokmaya kararlıydım ve tabi her şeyin olduğu gibi bununda bir bedeli olmalıydı. Babamla sonuçta yaptığımız anlaşmaya göre; öss deneme sınavlarında ne zaman 260 barajını geçersem o zaman gidip alacaktık. Sonunda geçtim, mayıs sonu haziran başı geldiğinde. Ödülümü almak için sabırsızlanıyordum ve konu hakkınad çok derinlemesine bilgi edinmeden akabinde ki hafta sonu babamı teknosa mağzasına götürdüm. Ucuz yollu bir şey alacağımın farkındaydım ama zaten önemli olan işleviydi. Minton'un modelleri ve Creative'in yukarıdaki modeli arasından seçim yapmam gerekiyordu. Teknoloji düşkünü olarak Creative ismi zaten daha yukarılarda bir yerdeydi benim için, birde o ipod alan arkadaşımın Bill Gates'e ipod'u nasıl buluyorsunuz diye sormuşlar o da yaklaşık olarak 'gerçekten başarılı ama ben creative kullanıyorum' diye cevap vermiş dediği aklıma geldi -sanki bir apple rakibi başka bir şey söyleyebilir gibi-. Yukarıda resimde görülen creative'in 128 megabytelık modelini -evet bildiğin 128 mb hafızası vardı- yanlış hatırlamıyorsam 120 ila 130 tl arası bir paraya aldık.

Gel zaman git zaman bu zımbırtı 1 metre yükseklikten yere düşüp ekran ışığını kaybetmesin mi, şansımı denemek için tee Ankara'nın Dikmen'indeki servise götürdüm. Servis görevlisi teslim aldı ve istanbula göndereceğini en erken 15 gün içinde geri alabileceğimi söyleyince çok kafaya takmadım sonuçta kullanıcı hatası sayılabilecek bir sebepti ve tamir için para isteyebilirlerdi. Tamir oldu geldi ama bir daha dikiş tutmadı, aynı arızayı bu sefer hiç bir yerden düşmemesine rağmen 2 kere daha tekrarladı çok zaman geçmeden. 3. seferin sonunda servisten almak için gittiğimdeyse bir sürprizle karşılaştım. Garanti belgesinde yazan tamir dışı bir maddenin çalıştığını ilk defa gördüm. Çok sevgili Creative Ben istemeden bana yeni bir mp3 çalar göndermişti.


Yukarıdaki resimde gördüğünüz Creative MuVo Slim modelini göndermişlerdi. Yani benim mp3 çalarımın bir model üstü. Servisteki görevliye durumu anlatmak istediğimde 'senin modelin üretimi bittiği için bir üst modeli göndermişler' diyerek durumu açıklamıştı oysaki yanlışı vardı benim model değil benim mp3 çalarımının modeliydi üretimi biten. Bunu onunla tartışmadım tabi, yeni mp3 çalarımı aldım ve kurcalamaya başladım. Benim eski alet ile kıyaslayacak olursak elimde olduğu sürece neredeyse hiç kullanmadığım bir mikrofonu ve benim için asıl kıymetli olan 256 megabytelık bir hafızası vardı. Böylece sahip olduğum alan bir anda tam iki katına çıkmış oluyordu.

Üniversitede 2. sınıftaydım ve ev arkadaşımla beraber yaptığımız bir Ankara'ya dönüş yolculuğumuzun son kısımlarında Ankara'ya yaklaşmanın huzuru ve mutluluğuyla bunu paylaşma ihtiyacı duymuştum ve mp3 çaları ona vermiştim. Aşti'te otobüsten inip Ankaray'a geçtik. Ankaray'a Binince eve gidene kadar dinlemeye devam edeyim diyerek elimi cebime attığım an başımdan aşşağa kaynar sular döküldü. Ama bir iki saniye içerisinde otobüste arkadaşıma verdiğim aklıma geldi de bir sakinleştim, bir rahatladım, tabi ondan 'aramıza koymuştum sen almadın mı' cümlesini duyana kadar süren bir rahatlık oldu. Artık gitti gider onu bir daha göremem bilinciyle Ankaray'dan geri fırladım, otobüsü temizledikleri yerde durumu kaptan şoföre açıkladım, kaptan muavini çağırıp sordu durumu ama muavin normal olarak 'ben görmedim, ben bulmadım' tadında bir cevap verdi, yersen! Kaptan 'git oturduğunuz yere bak belki yere falan düşmüştür' diyerek beni tatmin etmek için otobüsün içine aldı, ama tabi ki orada da yoktu. Zaten ta olayların en başından kendi hatam yüzünden bozulan bir ışık yüzünden elimde olan mp3 çaları sonunda bu şekilde kayıp etmeyi çok yadırgayamadım açıkçası, onu böyle kabullendim.

İşte mobil teknoloji geçmişim açısından orta çağın kapanıp yeni çağın açılmasına sebep olan olay.
mp3 çalarımı kaybettim kaybedeli kendimi boşlukta hissediyordum- özellikle uzun otobüs yolculuklarında- ki Sprite bir kampanya başlattı. Yanlış hatırlamıyorsam saat başı PSP, hafta başı PS3 ve lcd'den oluşan bir set veriyorlardı. Hiç içmezken her boş anımda sprite içer, şifre gönderir oldum. Biliyordum bir tanesi bana çıkacaktı, çıkmadı. Ama eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmüştü bir kere. Sonunda kaç paraysa verir alırım onların kampanyasına mı kaldım diyerek bir fiyat araştırması yaparak işe giriştim, gittigidiyor ve benzeri ortamlarda bu kampanyadan kazandıkları psp'leri satanları gördükçe kıl oluyordum. O zaman için fiyatlar Teknosa ve benzeri kazıkçılarda 550-600 tl iken gittigidiyor ve spotçularda 350 tl civarı olarak fiyatlandırılmıştı. Almaya karar vermiştim vermesine de param yoktu, babamdan istesem 'bu yaşına geldin hala çocuk gibi atariye, tetrise bu kadar para mı vericen' diyeceğini biliyordum. "Bütün icatlar ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmıştır." Ve ben heveslerini takıntı aşamasında yaşayan birisi olarak etrafımdaki herkesi psp almak konusundaki hevesim ile bunaltıyordum. Sonunda kız arkadaşım 'volkan madem bu kadar çok istiyorsun hadi gidelim alalım' dedi ben de 'ipe un serdim' diye cevap vermedim pek tabi, 'para' dedim. Akabinde geçen ay ki öğrenim kredisini çekmediğini, istersem bana verebileceğini, benim ona sonra ödeyebileceğimi -aksi durumda tersleyip, kabul etmeyeceğimi bildiğinden- söyleyerek zaten yarı çelinmiş aklımı komple aldı götürdü. Sonuç olarak onun öğrenim, benim öğrenim gidip konsol meraklısı ankaralıların tanıyacağı yarı üç kağıtçı(o zamanda bir gazla aldığımdan araştırma yapmadan gitmiştim) 'japon kubi'ye gidip yukarıdaki resimde görünen birinci nesil(1001,fat) sıfır psp, 2 gigabytelık hafıza kartı(orijinal olduğu iddiasıyla satmıştı ama bir hafta sonra sahte olduğunu öğrendim), demo umd(universal media disc,psp'nin cd'si) ve tabi ki kutu içi ekipmanların hepsine 350 tl vererek aldım. Aldıktan sonra bir erkek olarak ayak üstü oynadığım ilk oyun pes 6 idi. PSP: 300tl, 2 gb'lık hafıza kartı :50 tl, akşam şarj olayı bitip de yeniden oynamak için elime aldığım anda oyunların hiç birinin çalışmaması ile yaşadığım kazıklanma hissi: paha biçilemez! Hemen internete girip google'a psp yazdığımda karşıma çıkan 3 tane psp forum sitesine üye olup problemimi anlattan bir konu açtım, çözecek bir cevap beklemeye koyuldum. Yarım saat kadar dayandıktan sonra 3 sitede de bir insan evladı çıkıp senin problemin bu, şöyle şöyle yap geçer demedi. Sinirlendim, sitem ettim ve ıncığını cıncığını öğrenip bir daha böyle bir duruma düşmemeye ant içtim. Japon kubinin kartında telefon numarası olduğunun farkına varıp hemen aradım, bugün psp aldığımı hatırlattım ve aletin oyunları çalıştırmadığını söyledim, an itibarı ile bir düğünün ortasında olduğunu söyledi ama ben acil çözüm istedim, telefonda bir iki çözüm önerisinde bulundu ve düzelmezse ertesi gün psp'yi yanına getirmemi söyleyip kapattı. O psp çok enteresandı, oyunların yarısını açarken yarısını açmadı, değiştirmek durumunda kaldık. Hala sapa sağlam duruyor ve 8 gigabytelık bir hafıza kartı almak dışında bir masraf yapmadım. Alette bir kaç sefer düşmesine rağmen hiç sorun çıkarmadı, gözünü seveyim sony.

Yazı yine çok uzun oldu ama ben daha içtiğim andın sonuçlarını yazmayı da planlıyordum. Neyse artık o da başka bir yazının konusu olsun.