27 Şubat 2010 Cumartesi

ven ay vaz e yang*

Yazı başlığı seçme kriterleri konusunda bir uzman değilim ama kişisel olarak uzun ve açıklayıcı başlıklardansa ilgi çekici bir başlığı olan yazı beni her zaman çekmiştir. Zaten benim için yazı başlığı şekildir önemli olan içeriktir, tıpkı insan isminin şekil insanın kendisinin içerik olması gibi. Yani sabahtan beri sizi şekilci birisi olmadığıma inandırmaya çalışıyorum(buradan bütün şekilci arkadaşlara selam ederim). Aranızdan birini bile kandırabilir isem aman ikna edebilir isem diyecektim 'laf kıvırdı'(bir nejat uygur terimi) ne mutlu bana, ne mutlu ona. Ayrıca belirtmek isterim ki bu yukarıdaki 'isem' olayı tamamen google chrome kaynaklı bir ibnelik firefoxum olsaydı şimdi 'kandırabilirsem' şeklinde yazıp geçmiştim. Her zaman dediğim gibi tabi, bunların hepsi şekilcilik önemli olan içerik(şimdi içeriği sorgulamayın ama, ama olmaz ama)! Demek istediğim yazının başlığı yazıyla çok alakalı olmayabilir-ama ola da bilir- önemli olan benim hollywood'dan etkilenerek her zaman kullanmak istediğim bir söz öbeğe(öbeği değil) olması.

Üniversite üçüncü sınıftayım, ilk iki yılımın sonunda öyle hayallerdeki(hollywood filmlerindeki) üniversite ortamını bulamamış olmanın hayal kırıklığıyla doluyum ve on hocadan dokuzunun ilk okul seviyesinde olduğunu düşünüyorum, bazılarına ilk iki sene sonundaki ders ilişkimiz neticesinde(beni bırakıp, bir bok bilmeyenleri geçirdi yavşamalar- hak edipte kaldıklarım değil bak valla) kin besler duruma gelmişim, tenhada kıstırırsam(chorome asabımı bozma kıstırırsam o kıstırır isem değil!) yapacaklarımı kafamda kurgulamışım. İşte bu tipteki 3 hocadan(bence hoca değil mallar ama şekile takılmıyorum işte) bir tanesi -ki beni ikinci sınıfta istatistik I dersinden bırakıp II dersinden geçirmişti kendisi(biri bilmeyen ikiyi nasıl geçiyorsa?) o sene ülke gibi karışık olan fakültemizde dekan yardımcısı pozisyonuna geldi ve bizim 3. sınıfta tam emin olmamakla beraber pazarlama araştırmaları(or samting layk det) olarak anımsadığım derste yine karşımıza çıktı. İlk derste bu dersi ilk defa bu sene aldığını bu yüzden her haftaki konuyu öğrencilere anlatacağını söyleyen bir hocayı siz ciddiye alır mısınız? Ben ve arkadaşlarım almadık. Arka sıralarda kendi alemimizde takıldık, sadece siyaset veya gündemle ilgili bir konu olduğunda tamamen zıt olduğum görüşlerini sınıfa empoze etmeye çalıştığı zamanlarda söz alıp sürekli üstüne oynadım. İşte derslerden bir ders sonunda önümüzdeki haftanın konusunu 3 kişiye bölüştürüyordu bu zerzevat. Bendeniz yine şamata alemlerinde takılırken birden kendi adımı duyunca irkildim, hayır sınıfta başka volkan yok -olsa, ah bir olsa- ve ben hemen anladım boktanovic bir olay başıma gelecek. Bu hoca olduğu iddia edilen şüpheli şahıs gelecek haftaki konuyu anlatacak kişilerden biri olarak beni belirlemiş hemde bu iş için o kadar gönüllü varken. Gönüllü olmasının sebebi malumunuz bölününce kişi başına üç beş sayfalık bir konuyu bir kaç cümle ezberleyip gerisini elindeki nottan okuyacak ve sınav sonucuna eklenecek ekstra ten point kazanacak. Ben kafamı kaldırıp sınıfta hocayla göz göze gelene kadar ağır çekimde hareket ettirdim, bütün ön grubunda bana dönmüş olması cabası, aşşağı yukarı aramızda vuku bulan konuşma;
Hoca(H): Volkan (gözlükleri düşürüp tepesinden bakma pozu)
Mi(M): eevvet (tek kaşı kaldırıp şüphelenerek bakma pozu)
H: Sen konu anlatmış mıydın?(çatık kaş pozu)
M: yyiiiiiuuuuuuu(bu yooo'nun yiiiuu haline gelme hikayesi başka) (çatık kaş pozu)
H: o zaman önümüzdeki hafta anlatanlardan birisi sen ol
M: Yok hocam sağ olun ben anlatmayayım
H: Anlat oğlum, herkez anlatacak
M: (içimden o herkez değil herkes bir kere denyo) başkası anlatsın hocam
H: Anlatmazsan puan eklemem kalırsın
M: Ben çalışır geçerim hocam(zaten bütün puanlı ödev derslerine karşıydım her zaman ders çalışıp geçmeyi ödev yapmaya yeğ tutardım.)
H: sınavda zor sorarım bak puan falanda eklemem
M: (acaba yapar mı lan?) (yanlardan gazlanıyorum bu sıra, olum tamam de 3 sayfa çıkar okursun) hocam ben anlatmasam olmaz mı?
H: olmaz! herkes anlatacak.
M: (lanet olsun ya) tamam anlatırım...

Akabinde ve detayında konuyu paylaştırıp bence en uzun olan bölümü bana yittiler. Sonra sabah kalktım(tamam tamam öğlen kalktım ama ikinci öğretim idim) 'bugün günlerden ne hangi dersler vardı?' diye bir düşündüm birde fark ettim ki pazartesi olmuş ve ben konu anlatacaktım. Etrafa baktım kitabım yok, normal olarak hiç açmayacağım bir kitabı almaya ihtiyaç duymamıştım. Arabaya atlayıp okula kitabın fotokopisini almaya gittim(böylede bir öğrenciydim) o sırada da zaman kaybetmemek için konuyu paylaştığım kişilerden birisi olan maki(boyu biraz(!) kısaydı) kod adlı, pınar adlı arkadaşı arayıp konu neydi kim nereyi anlatacaktı diye bilgi aldım, fotokopi kitabımı aldım ve eve dönüp bir yarım saat boş boş baktım ve hemen bugün anlatamayacağımı anladım. Sonra ev arkadaşlarım uyandı kahvaltımızı yaptık ve arkadaşlardan birisi karın ağrısı şikayeti çektiğini söyledi. Ben hemen atladım kardeş hastaneye gidelim zaten benim konu anlatmam lazım bugün okula gitmiyorum diye. Sonunda okula gitmedik ama hastaneye de gitmedik, oturduk güzel evimizde.
Bu haftada aynı hızda geçti, gene pazartesi gene bize yollar gene bize vuslat şarkısı eşliğinde okulun yolunu tuttuk. Bir kaç kişi çıkıp ellerndeki notlardan bir şeyler okudular ve benim kabusum yine ortaya çıktı. De javu yaşarcasına yine adımı duyup sınıfta boktanoviç bir olay yaşayacağımı anladım.

H: Volkan
V: efem
H: geçen hafta niye gelmedin
V: nasıl yani
H: geçen hafta sen konu anlatacaktım olum neden gelmedin
V: kişisel problemlerim vardı hocam ondan gelemedim(sırf hesap sorulmasından hoşlanmadığım için)
H: ders anlatacaktın o yüzden gelmedin sana sınavda eksi on puan vericem
V: (sigortalar attı-atacak) hocam ne burası ilk okul ne ben ilk okul öğrencisiyim eğer ders anlatmak gibi bir derdim olsaydı gelirdim hocam ben anlatmıyorum derdim herhalde sizde kalk tahtaya tek ayak üstünde bekle diyecek değildiniz bundan mı korkup gelmeyeceğim( pefff blöfe bak blöfe nasıl yaptım bunu bende hala bilmiyorum)
H: neden gelmedin o zaman
V: kişisel sebepler dedim hocam size bu konuda bir şey anlatmak istemiyorum( zaten gıcığım ya koparsa kopsun - yanarsa yansın)
H: o zaman bende anlatmamak için geldiğini düşünüp sınavda senden on puan keserim
V: (kendi kendime telkin;'sakin ol, saldırma') Bakın hocam, farkında mısınız burası ilk okul değil, benim sınavda aldığım puandan bir puan bile kesemezsiniz böyle bir hakkınız yok, millete puan eklersiniz o zaman.
H: görürüz bakalım kırabiliyor muyum!
V: görürüz bakalım!
H: Bende zor sorarım yapamazsınız anlatanlara puan eklerim. (çark!)
V: sorun(bırakınız sorsunlar, bırakınız istedikleri boku yesinler)... (ara verilir)

sınıf dağılır ev arkadaşlarının ikisi önden inerken bir diğer sınıf arkadaşı ve ben peşlerinden ilerleriz, ben derste olanlarla ilgili yakınma durumunda öndeki arkadaşlara duyurmak için yüksek sesle; 'YAAA BU HOCADA, BANA GICIK YAA!' der demez 3-4 metre ötedeki hocayı fark edip gayet uzamaya açık olan yaa sesini kesip dururum, ve bu olay okul bitene kadar hep kafa bulunulan bir konu olurken ben 'olum asıl küfür etmemiştim ben daha' diyip olaydan ucuz yırtmanın sevinciyle teselli bulurum.

O sene sonunda dersi bb gibi bir ortalamayla geçtim (yani fazlam vardı eksiğim yoktu) bu dallama hocada finalleri okumuş ve bana hala bak senin on puanını kıracaktım ama kırmadım diyor bende ders bittiğine göre 'heee hocam hee kıracaktınız kırmamışınız' diyerek geçiştirdim ama dışarı çıkınca arkadaşlara 'goduğuma bak laaa daha puan kıracaktım da kırmadım diyor sanki 10 puan kırsa kalacak mışım gibi' diye başlayarak gün boyu süren bir sövme seansı ile bu olayı kapattım.

bu da böyle bir hatıra, artık mesajı kendiniz çıkartın buradan. Türkçe dersinizi hatırlayın.
SORULAR
1)Parçanın ana fikri nedir?
2)Yazar 'goduğum' ile kimi nitelendirmiştir?
3)başka ne soruluyordu bu sorularda?
teşekkürlerrrr

12 Şubat 2010 Cuma

Ergenekon'a farklı bir yönden bakış

Başlıkta farklı bir yönden bakış dedim ama olay hiçte öyle değil. Dosdoğru bir bakış ama tarafsız bir bakış mı, bunu garanti edemem. Aslında dün kanal 6'nın sahibinin de ergenekon nedeniyle göz altına alındığını duyunca yazmaya karar verdim. Zaten bugüne kadar defalarca tekrar edilmiş 'ergenekon doğru' veya 'ergenekon yalan' meselesine girmeyeceğim, girersem çıkamayacağım. Ancak gözümüzün içine baka baka 'siyasi bir dava değildir' yalanını söylemelerine katlanamıyorum. Bu ülkede siyasi olmayan ne var ki, size karşı olanları cezalandırma siyasi olmasın?

Bu ülkede siyasete karışmayan tek bir kurum ismi söyleyemem, aklıma gelmez ama sizin bildiğiniz varsa beni de aydınlatın. Bütün kurumların bu durumda olduğunu söyledim ama Adalet sistemimiz bu kurumların önde gelenlerinden. O yüzden değil midir aynı kişilerin çıkıp beğenmedikleri karar için 'siyasi bir karar', beğendikleri karar için 'türk adaletine güveniyoruz', 'mahkeme kararını verdi herkesin saygı duyması lazım' gibi bir önceki söylemlerini tutmayan, önceki söylemlerini yalanlayan sözlerini doğal kabul edip üstünde durmamamız? Bu sözlerim her iki taraf içinde geçerli, anayasa mahkemesinin, danıştayın aldığı çoğu iptal kararının arkasında da bu siyasete batmışlık yok mu? Ergenekon'da hakkında daha doğru dürüst bir suçlama olmayanların hapislerde çürütülmesinin arkasında da bu yok mu? Zamanında gerçek darbe yapanlar bugün emeklilik keyfi çatarken olmamış bir darbenin haberdar olmayan zanlılarının içeri tıkılmasını başka nasıl açıklarız?

Evet sonunda asıl konuya geliyorum, yaptıkları hükumet karşıtlıkları yüzünden 'pişt ergenekoncu gel lan bakalım sen buraya!' denilip içeri tıkılanlardan bahsetmek niyetindeydim. Şimdi bu konudan da çok bahsedildi yine farklı bir yön değil diyebilirsiniz, haklısınız. Ama asıl bahsetmek istediğim de bu değil zaten. Bir Ankara Ticaret Odası(ato) başkanı Sinan Aygün vardı, hatırladınız mı? 'Harbiden yaaauuu vardı öyle biri' dediğinizi varsayıyorum. Hani bu kişi seçimlerde demokrat parti(dp)'den milletvekili adayı olmuştu ve bir gün kendisine 'pişt ergenekoncu gel lan bakalım sen buraya!' denilene kadar neredeyse haftada bir ato'nun yaptığı; gerçek enflasyon, açlık sınırı, gelir dağılımı araştırması... gibi görevdeki hükumeti zor durumda bırakabilecek-bırakan- anketleri-kamuoyu araştırmalarını çıkıp tivilerde, gazetelerde anlatırdı. Dediğim gibi ta ki ergenekondan içeri tıkılana kadar. O dalgada 21 kişi içeri içeri alınmış ve Mustafa Balbay(daha sonra tekrar içeri alındığını ve hala içeride tutulduğunu biliyorsunuz) ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılırken geri kalanlar tutuklanmış, TOBB başkanının sinan aygün tutuklanınca nasıl isyan ettiğini de hatırlar mısınız? Peki bu isyandan bir kaç gün sonra sinan aygün'ün tutuksuz yargılanması kararının çıkması gibi bir tesadüf olduğunu? Ve o gün bugündür ben artık ne tivilerde, ne gazetelerde sinan aygün'ü veya ato'nun araştırmalarını göremiyorum. Yani sindirme başarılı 'mişınn kompilit'.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Renklerin Ustası(Eleştiri Üzerine)

Bu hikayeyi bugünkü galatasaray-antalyaspor maçından sonra maçın spikeri okay karacan ile ilgili twitter'da gördüğüm tweetler üzerine netten arayıp, her boku bilenlerin gözüne sokma ihtiyacı duydum. Buyurun;

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış.

Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.

Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş.

Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.

Öğrenci resmi yeniden yapmış.

Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.

Öğrenci denileni yapmış.

Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış.

Sevinçle ustasına koşmuş.

Usta ressam şöyle demiş:
"İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini, bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma ."

8 Şubat 2010 Pazartesi

Resimdeki Gözyaşları






Bugün Cem Karaca'nın ölüm yıl dönümü, benim için-her yerde ifade ettiğim gibi- en iyi 5 Türk müzisyenden bir tanesi ki bu müzisyenler; Zeki Müren, Barış Manço, Cem Karaca, Zülfü Livaneli ve Teoman'dır(Bu listenin kesinlikle objektif olmak gibi bir kaygısı yoktur, zaten uzmanlık iddia ettiğimde yok).

Cem Karaca'nın biyografisini yazacak(kopyalayacak) değilim, zaten bu ülkede rock müziğin babası, kitlelere sevdiren insan, elitlerden varoşlora uzanan bir dinleyici kitlesi vb. övücü sözleri ben yazmasam da sen biliyordun. Ama sen bilir misinki ben Nazım Hikmet'i Cem Baba sayesinde sevmeye başladım. Ben onun şiirlerini ezberlediğimde onlar Nazımın mısraları değil Cem Babanın şarkılarıydı benim için. 'Şeyh Bedrettin Destanı'nı Cem Babadan defalarca üst üste dinledikten sonra Nazımın elinden çıktığını öğrenmiştim ben, bunun ne ifade ettiğini anlatabilir miyim? Anlatamıyorum işte, aklımdan geçenler ile elimden çıkanların arasındaki farkı sadece hayal etmeyi deneyebilirsin...
Onun hakkında yazacak yeterlilikte olmamam gibi sebeplerde durduramaz-durdurmadı- beni.
"- Biliyorum gitti gelmez bir daha" ama fikirleri-şarkıları-yaptıkları yönümü tayin etmemde kullanacağım bir pusula...

5 Şubat 2010 Cuma

Yenilik şart!

Blog işini biraz biraz ciddiye almaya başlayınca biraz özelleştirme yaptım. Aslında ben teknolojik ürünler hariç gelenekçi birisiyim(yerseniz) ama yenilikçi de olabilirim o belli olmaz, siz en iyisi 'tutarlı değilsin lan' diye üstüme gelmeyin. Yaptığım her şey içinde mantıklı-mantıksız ayrımı yapmaksızın bahane uydurabilecek kapasitede birisiyimdir. Farz-ı misal arka plan. Arka planı beyazdan siyaha çevirmekle sizin bu blogda geçirdiğiniz süre içinde kullandığınız ekranların elektrik sarfiyatını tam %33(bu oran tabi ki isviçreli bilim adamları tarafından belirlendi) azalttım hadi öpün de barışalım. Artık gariban lcd monitörlerinizdeki o hiç umursamadığınız gasgarip(bkz. tamam-tastamam) belki bugüne kadar varlığına önem vermediğiniz o pikselcikler şu an itibari ile beni kendi kişisel tanrıları ilan etmiş hatta ibadet etmeye bile başlamış olabilirler(V'amen). Aranızda bazı sivriler çıkıp 'piksel bizim, monitör bizim sana ne oluyor ulanınız!' diyebilir, olsun desinler değişemem. Aslında demek istediğim şeyi demesem de sizin içinizden merak edenler olursa gidip araştırsa bende sıkıntı çekmem siz merak etmeyenler ve zaten bilenlerde sıkıntı çekmezsiniz. Ama hayat her zaman böyle güzel değil o yüzden çekin biraz sıkıntı (: zaten millet kendini tapınaklara, dergahlara kapatıp yıllarca çile dolduruyor siz şurada bir kaç dakika sıkıntı çekmişsiniz çok mu? Ya işte böylede lafımı esirgemem. Bu kadar saptığım yeter geri dönüyorum; hani pikseller diyordum en son hatırladınız mı? İşte tabiri caiz ise(diyanete maille sordum fetva gelirse yayınlarım caiz mi değil mi!) bu pikseller götlerini yırtıyorlar sırf siz ekrana baktığınızda arka planı beyaz beyaz aydınlatmak için. Tabi onlar bunu yaparken elektrik sayacı gaza basıyor, elektrik üreten termik santraller havayı kirletiyor, kutuplardaki buzullar erimeye devam ediyor, enerji ihtiyacını karşılamak için doğanın içine sıçılıyor falan filan fişmekan. Yani 'sana da günah bana da günah yeter artık uslan yoksa...' tadında bir durum ortaya çıkıyor. Ama siyah yapıyorum pikselcikler hiç kendilerini kasmak zorunda kalmıyor ve yukarıda saydığım durumların hepsinin tam zıttı işte kısaca!

Birde logo mu dersiniz, resim mi dersiniz bilmiyorum size bırakıyorum ama ben tabela diyorum yukarıda gördüğünüz koca S O S yazısına. Neden S_O_S demeyin 'bir nik neyim masalında' anlattığım için bunu tekrar anlatma niyetim yok çünkü. Bunun yerine neden tabela deyin de bende dinleyen var diye sevinip bir şeyler karalayayım, neyse dediniz varsaydım ben. Tabelayı buluşum aslında taaa lidyalılara kadar dayanır ama bilseydim ben bunlara yaptığım tabelalar için karşılık olarak takası kabul etmeyince bunlar parayı çıkartıp dünyayı dahada boktan bir yer haline getirecekler hiç takası kabul etmezlik yapar mıydım! Neyse ölenle ölmedim ama gülenle güldüm, ağlayanla ağladım. Sonrada kendi blogumun tabelasını gugıl'(google-gogıl)dan görsellerde arama yapıp buldum(aslında blog için bulmamıştım forumlarda vb. yerlerde daha öncelerden beri kullanıyorum) artık nerenin, kimin logosu pekte dikkat etmedim ama bu bulduğum(çalmanın kibarı) logonun orjinal hali değil. Fotoşop(uzunca;Adobe photoshop cs3) programıyla ekleme-çıkarma-renk değiştirme çalışması yaparken biraz bilinçli biraz bilinçsiz bu haline getirdim. Artık bloger'ın izin verdiği kadarda değişiklik yapıp emir ve görüşlerinize açtım. Bunun dışında eklemek istediğim bir şey yok sayın hakime hanım(hakim bey olsa ırkçı(!) diye eleştirilebilirdim ama artık bu mümkün değil nihhahha!) tanık da sizin sanıkta, şen ola düğün şen ola!

2 Şubat 2010 Salı

öze dönük eleştiri

Kompozisyon dersleri benim için her zaman sıkıntılı geçmiştir(resim dersleri kadar olmasa da). Hoca konuyu verdikten sonra dersin yarısı ne yazabilirim ne edebilirim diye düşünerek sıkıntıyla geçer. Sonunda benim için en zor kısım olan girişi tamamlayıp geçince ise artık dersin sonu gelmiştir ve ben yazmaya başlayınca kendimi durduramadığımdan dersin son 2 dakikasında bütün kompozisyonu toparlama sıkıntısı basar. Demek istediğim anlaşılmıştır zaten ama ben bir kez daha yazayım. Yazmaya başlayamıyorum çünkü girişi yapmak çok sıkıntı verici ama girişi yapınca da durduramıyorum ve oldukça uzun yazıyorum. Bir arayı bulmayı beceremedim gitti arkadaş ya. Efem nereden çıktı bu diye soruyorsan hemen cevap vereyim ben, tabi ki şimdiye kadar yazdığım bir kaç yazıdan.

Gerçi kendimi haksız buluyor da değilim. Ne de olsa yılların birikimi var bünyede. Zaten normalde sürekli konuşan(dolu veya boş) birisi olmadığım için demek ki her şeyi içimde biriktiriyorum. Söyleyecek çok sözüm var anlayacağın. Hazır hiçbir kısıtlayıcı etkende olmayınca etrafımda geliyor uzun uzun yazılar. Ama kendime inanıyorum zamanla bende kısa ve öz yazılar yazacağım. Bu arada senli benli konuşuyorum ama bunun gibi bir ayrıntıya takılıp asıl konuyu atlamayacağına olan güvenimdir bunun sebebi. Dedim ya sayfalarca, saatlerce yazabilirim ve bunu yaparken orada burada duyduğum sanatlı sözleri cümlelere katabilir, cümleleri devirip daha süslü görünmesini sağlayabilirim(en azından öyle sanabilirim ama değil mi). Ama diyorum ne gerek var? Ortalama bir insan ömrünün 80 yıl olduğunu varsay(şanslıysam bu kadar olmaz) --ki emekli olduktan sonra yarı ölüsün bu dünyada- yani 'kenarlarda dolaşarak konuyu uzatacaksın ama zaten insanların kısıtlı olan zamanlarını ne diye birde sen harcayasın, gir direk mevzuya, söyle söylemen gerekeni'. O zamanda 'nerede kaldı senin insanlığın, öküze bak direk odunlama girdi' olmaz mı durum? Neyse Ben çalışayım, çabalayayım da bu konuda da bir ilerleme gösteririm illaki.















Yukarıdaki resim hiç bir izin alınmadan http://oihdediicses.blogspot.com/ 'dan alınmıştır. Hani izin almadık bari kaynak gösterelim de sonra mahkemelerde süründürülmeyelim durduk yerde (:

Ben hiç resim yapamayanlar familyasındanım. Ama nasıl işse benim pederim çok iyi resim yapar. Çok iyi diyorum ama benim tanıdığım bir ressam falanda yok aslında. Yani benim einstein'a zamanında 'kişiden kişiye değişir ağğbiiii' dediğim olayı herif(a.e) benden duyduktan sonra geceleri gizli gizli çalışarak birazcık(!) geliştirip teori haline getir sen sonrada ismine görecelilik gibisinden janjanlı bir isim daya gitsin. Neyse meselenin aslını böylece döküp e.a'nın foyasını ortaya dökmek istemezdim, yok ya istemesem ne yazıp yayınlayayım deli saçmalarımı değil mi? Zaten sizde yediniz ya. o zaman okul bitti biteli psikolojimi anlatan bir şiirle noktalayayım;

tanrımıza hamdolsun

milletimiz var olsun

afiyet olsun

sağ ol!

1 Şubat 2010 Pazartesi

Blog

Blog dünyası pek kavraya bilmiş değilim açıkçası. Medya gibi saflara ayrışma mı var, herkes kendi fikirlerini empoze edecek mecra mı buldu, sizden veya onlardan olmak dışında bir seçeneğimiz yok mu, seninle bir konuda aynı fikirde olmam beni senle aynı mı yapar- artık hiçbir konuda senin düşündüğünün aksini düşünemem mi? Neyse çok fazla soru sormaya başladım, felsefeyle falan ilgilendiğimi düşündürürüm sonra yanlışlıkla. Söylemek istediğimi anlatabildim mi ben? Blog yazmanın da bokunu çıkartmışlar işte.
Bundan farklı olarak birde kategorize olma olayı gözlemledim en neyşınıl ceograpikinden(bkz. anlamsız söz öbekleri) . Neymiş işte vay efendim moda blogları, yok efendim spor blogları birde benim size karşı mizah kendime karşı şamata olarak adlandırdığım bloglar var. Evet efem biliyorum buraya kadar bilmediğiniz bir şey söylemedim ama zaten ben hiç bir zaman böyle bir vaatte de bulunmuş değilim.
Arada boşluk bıraktım konuyu değiştirdim, dedim ki kendi kendime; 'eyy volkan!(ünlem işaretini koymamazlık da etmedim hani) sen bu kadar kategori içinde hangisine yakınsın, kutunda ne var, büyük hissediyor musun?' İnanır mısınız bu iç sesin cevap veremeyeceğim sorular sormasına acayip kıl oluyorum, tüy oluyorum. Sonra bir gün baktım ne göreyim her boku bilen adam(hbba) diye bir şey var mesela, tam bizim coğrafyaya uygun bir olay. Dedim ki 'iç ses! iç sess! al sana hem ünlem işareti hem cevap! Ben de her boku bilen adamım.' 'Ya bi sektir git! Bana mı tecavüz ediyon lan' demesine aldırmadım iç sesin, 'bir dur da lafımızı tamamlayalım sazanlama atlama' dedim. 'Ben de her boku bilen adamım ama farkım var' dedim. 'Ne farkın varmış' dedi, ben yine o mış kısmını ignore ettim efem ve yapıştırdım cevabı 'ben her boku yarım yamalak bilen adamım, yani tanıdığın en tehlikeli adamlardanım!'