29 Temmuz 2010 Perşembe

Kenarında



Gecenin en karanlık saatleri, tıpkı hayatımın olduğu gibi. Ama biliyorum şafak artık çok yakın, şafak sadece bir adım ötemde. Bir uçurumun kenarındayım. Deniz sakin, hafif bir esinti var ve hava açık, bütün yıldızlar sanki şimdi yapacağım son gösteriyi izlemek için yerlerini almış konuklar gibi. Gecenin baş misafiri ise tabi ki ay. O da bu özel gecemde beni dolunay evresi ile selamlıyor, elimi göğsümün üstüne koyuyorum ve bütün saygımla belime kadar eğiliyorum. O da ne, bir yıldız mı kaydı?

Alkollüyüm ama sarhoş değilim, öyle olsam bu kadar yolu bisikletle gelemezdim değil mi. Denizden yüzüme doğru tatlı bir rüzgar yüzümü yalayarak geçiyor, mantıklı kararlar vermeme yeteceğini umduğum kadar temiz hava. Ve evet tatlı , ben havanın tadını alabiliyorum. Merak ediyorum benden başka birisi daha var mıdır havanın tadını alabilen, yoksa bu yetenek sadece bana mı bahşedildi? Artık o kadar da önemli olmasa gerek çünkü birazdan bir daha kullanmayacağım bir yetenek olarak kalacak. Bir an ama sadece kısa bir an düşünüyorum acaba öbür tarafta tadını alabileceğim rüzgarlar var mıdır. Ama hayır, belli bir yaşa geldikten sonra varlığını kabul etmekten vazgeçtiğim diğer dünya ve tanrı şimdi nereden aklıma gelmişti? Yoksa şimdi böyle bir dünyanın var olmasını mı istiyordum? Hayır kesinlikle istediğim bu değil, bir dünyaya daha katlanamam, özellikle sonsuz olanına. Hem o zaman buraya geliş amacımda başarısız olur.

İnsanların kendi hayatlarına son vermesi diğerleri tarafından hep zayıflık olarak görülmüştür. Ben buna katılmıyorum. Hatta tamamen aksi yönde düşünüyorum. Bir insanın kendi hayatına son vermesi belki de tamamı kendi kontrolünde olan dış dünyadan bağımsız olarak yapabileceği tek şeydir. Doğal akış denen döngünün dışına çıkabilmektir. Bu yüzden bu kararı alabilmek zayıf kişilerin yapabileceği bir şey değil, onlar yaşamaya, yaşadıklarını sanmaya devam etmeyi tercih ederler. Onlar ölmekten korktukları için yaşamayı seçerler. Ben korkularımdan kurtuldum ve şimdi

Ailem yok, yakın akrabam yok, sevdiğim veya beni seven bir kadın yok. Birkaç tane arkadaşım var, gerçek arkadaşlar, karşılıklı beklentilerin olmadığı herhangi çıkar ilişkileri üzerine inşa edilmemiş arkadaşlıklar. Sadece olmasını istediğimiz için olanlardan, arkasında sebep aramak gerekmeyenlerden… tam bütün hayatımın olmasını istediğim gibi yani. Gerçi yine uzun zaman oldu, aramadım onları. Şimdi de arayamam. Yapmayı düşündüğüm şeyi tahmin edip beni durdurmak isteyeceklerinden korktuğum için değil, yarın öbür gün polisin yapacağı soruşturmada ifade vermek zorunda kalmaları için. Benden hiçbir beklentileri olmadan arkadaşlıklarını esirgemeyen bu insanlara giderayak bir kazık atmak istemem.

Yine de polis soruşturma için ifadelerini almak ister mi? Sonuçta çok kalabalık bir çevrem yok ve bazı şeylere bu yüzden kolay ulaşabileceklerini düşünebilirler. Acaba bir mektup yazıp durumu basitçe açıklasam mı, hem sahip olduğum birkaç parça eşyanın ne yapılmasını istediğimi de yazarım, bisikletim, kitaplarım ve cep telefonum dışında işe yarar bir parça yok gerçi; bir çekyat , bir masa dolusu karalama, işim gereği kullandığım el fenerim –sinemada yer göstericilerin olmazsa olmazı-, çoğu zaman düzgün çalışmayan ve işi boş bir buzdolabı. Ha birde insanların bana bir ucubeymişim gibi bakmalarına yetecek kadar maden suyu kapağı… Sanırım bir adım sonra bunların büyük çoğunluğunu belediyeye bağışlamış olacağım ama bisikletimin bir çocuğa kitaplarımın ise arkadaşlarıma verilmesini istediğimi biraz geç olsa da fark ettim. Keşke bu son arzumu belirten bir not yazmayı düşünebilseydim, yazdığım onca şey içinde işe yarar birkaç satırımda olurdu böylece. Ev sahibim de el koymak isteyebilir gerçi, birikmiş kira borcunun karşılığı olarak. Keşke cep telefonumu da ona verseydim ve böylece diğer eşyalarımla ilgili isteklerimi de yerine getirmesini sağlayabilirdim. Yaşlı cadı neden böyle bir şey yapmasını istediğimi düşünmezdi bile.

Birazdan gün ağarmaya başlayacak. Ne kadar zamandır bunları düşünerek oturuyorum? Kaç gündür buraya geliyorum? Sadece bir adım daha ve…

28 Temmuz 2010 Çarşamba

yaklaşırsanız gece ölür!


Geceden bir görüntü

Şimdi ben buraya 22 temmuz perşembe günü gelebildim neticede. Yani henüz 1 hafta bile olmadı. Ama bu gece üst üste 3. Sefer gece nöbeti tutuyorum. Yani senin anlayacağın bu gidiş hayra değil. Sanırım bu yolda başıma gelen yarasa olayı aslında bu kahpe dünya’nın bana başıma geleceklere dair gönderdiği uyarı mesajıydı. O zaman mesajı almadım ama şu 3. Nöbeti de bana kitleyince bunlar bir flashback yaşadım, yaşamdım değil.

Şimdi durup düşünüyorum, iyi yanlarına bakıyorum. Gündüzleri hiç kimseyle muhatap olmak zorunda kalmıyorum, gece de nöbetçi askerler ve birkaç devriye dışında hiç kimse yok zaten. Ama gece ilerleyip de hava soğumaya ben üşümeye başlıyorum ya, işte o zaman şimdi yaz ayında olduğumuz aklıma geliyor, kışın ne bok yiyeceğim ben diye düşünürken etraftakilerin de kışın buralar adam boyu kar olur gece -20 dereceyi görürüz demeleri pek cesaret vermiyor açıkcası. Hayıt güya nöbet tutuyoruz. İyide bir sik gözükmüyor ki be adam!

Şimdi ben sövmeyeyim de kimler sövsün a dostlar? Ekşi de elemanın söylediği gibi; Asteğmen, yemeyiğini porselen tabakta yiyen asker.

22 Temmuz 2010 Perşembe



20 Temmuz Salı Saat: 07.30;
-Kalk -tıraş ol -kahvaltı yap
Daha sonra bavullarını da alıp konvoyun kalktığı garaja geç.
Geçtik- elimizde bavullar tepemizde(sadece ilk başta- öğlene doğru yerden, duvarlardan ve heryerden etki ediyor zaten.Diyarbakır’ın yakıcı güneşi bizi Lice’ye götürecek konvoyu bekledik. Malum güneydoğu halleri. Saat 16.00 civarı idi yola çıktık. Önde dragonlar, kobralar, ortada jammer ve bizi taşıyan sivil minibüsler. Yolda bazı bölümlerde bildiğin saldırı helikopterleri de bize eskortluk yaptı ve sonunda Lice’ye geldik. Oradan hemen topçular olarak topçu taburuna geçtik. Saat 18.00'ı geçiyordu. İşte bu intikal ve intikalin sonunda geldiğimiz yer ve manzarası(bkz.ilk resim) bana işin sandığımdan ciddi olduğunu gösterdi(kendimi acındırayım birazcık, değil mi).

Dragon böyle bir şeydi.

Duruyorum, kafamı kaldırıp ileri bakıyorum. Koca koca tepeler var. Arkamı dönüyorum bir kaç köy evi var ve burasının Diyarbakır'ın ilçesi Lice olduğu iddia(bence böyle ilçe olmaz çünkü) edildikçe ne yapacağımı ne diyeceğimi şaşırıyorum, aynen şuan da ne yazacağımı şaşırmam gibi. Lice'de banka hesabı açtırmak(maaş alacam ya la) için taburun dışına çıkma imkanı buldum. Gördüklerimi anlatayım demeyeceğim çünkü o zaman boşluk bırakıp geçmem gerekir. Yol boyu %90'ının kepenkleri kapalı dükkanlar. Açık olanların içi boştu benim gördüğüm kadarıyla. Evlerin önünde oturan çok az insan vardı, çoğu kadın ve onların pek dostça görünmeyen bakışları.

Bu helikopterlerden iki tanesi tepemizdeydi.

Topçu taburuna gelince çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım, havuzu, futbol sahası ve sinema salonu olması sebebiyle bölgedeki en güzel yer olduğunu duyunca hayal kırıklığımın karesini aldım(böyle de matematik bilirim). Bence topçu taburu bir kaç basit binadan oluşan küçücük bir "şey"di. Gece saat 02.00'da yattım. Sabah 05.50'de kalktım. Başta belirttiğim günlük rutini uyguladıktan sonra. Katılış işlemlerini yaptık. O gün taburda birde ekstra bir faaliyet sebebiyle etraftaki birliklerden gelen bir miktar asker olması sebebiyle hareketli bir gündü. Bu yüzden öğlen yemeğinde kuş yemi kadar bir şey düştü payımıza(acıyın acıyın) Ve bu gelenlerden bir kısmı benim görev yerim olan tapan tepe'den gelmişler -ki bu akşam onlarla benimde gideceğim anlamına geliyordu. Akşam saat 17.00 ila 18.00 arası eşyalarımızı da alıp da alıp komandoların bölüğünün olduğu bir yere gittik. Konvoy buradan düzenlenecekmiş. Diyarbakır’da olduğu gibi elimizde bavullar bekledik başlamaya. Bu sefer herkes kobralarla gidecekti ve eldeki kobra miktarı bu sevkiyatı bir seferde yapmaya yetecek kadar değildi. İki gruba ayırdılar ve bizi ikinci gruba attılar. Akşam yemeği olarak eti cin ve acılı patates cipsi üstüne de ufak bir tost(adı öyle napayım) yedik. Sonunda saat gece 03.00 iken hadi gidiyoruz diye dürtüklenerek uyandırıldım oturduğum sandalyede. Araçlara bindik ve yola çıktık. Burada ekstra bir enformasyon (güzel kullandım bu kelimeyi)vereyim sizlere; Aracın tepesindeki silah aracın içinden joyistik ile yönlendiriliyor ve gece görüşü var –ki yolculuk sırasında bir miktar baktık ve gözlerimiz bozulma tehlikesi yaşadı-.

Kobra

Tepesindeki kapağı hava almak için biraz açmışlar ve yolda artık yarı uyur bir halde seyahat ederken o inanılmaz olayı yaşadım. Bu yarı uyur seyahat halindeyken pıt diye bir ses duydum ve bacağımın üstünde küçük siyah bir şey gördüm elimi uzatıp aldım ve ilk dokunuşta naylon ile silikon arası bir maddeymiş gibi geldi. Ana bu nereden düştü lan diye aracın tepesine bakıyorum ve bir yandan da şu araç bile durduğu yerde sapır supur dökülüyor lan diye düşünürken karşımda oturan astsubay o ne dedi. Bilmiyorum arabanın tepesinden düştü anlamadım deyip uzattım. Aldı baktı ve geri uzattı. Ben elime aldıktan sonra söylediği şey ise “ arabanın parçası değil o yarasa” demesin mi, dedi. Normal şartlar altında –ki biz kimyada buna kısaca NŞA deriz(vay yavrum be kimya da biliyorum) Küçük bir böcek olsa “laynn amına koyarım haaa” deyip onu bir yere fırlatacak olan ben elimdeki yarasayı aldım, çevirip sağına soluna baktım ve “anaa harbiden yarasa” tepkisini verdim.

Kobra iç

İşte Batman’a beni düşman eden olay budur. Bunca zaman yarasa de sen, sonarı var gece uçuyor, yok kan emer, bilmem ne yapar, yarasa adamı bile var lan diye pazarla bize kapitalist kapitalist sonra gelsin bizim kobraya çarpsın o küçük aralıktan benim kucağıma düşsün. Hani küçük şeyler için amiyane bir tabir vardır “göt kadar” derler. İşte bu ondan da küçüktü. ”Demek ki sonarı arıza yaptı saniyede bizim ustaya gösterelim, acaba parçasını bulabilir miyiz?” gibi saçma sapan fikirler kafamdan geçerken(gecenin bir yarısı 6 tonluk zırhlı bir aracın içinde elimde bir yarasa olması durumu yeterince saçma gelmedi de) Sen onu bütün yol elinde mi tutacaksın öyle lafıyla tekrar karşıya uzattım ama ayyy gibisinden bir laf duyunca geri çektim ve kobra aracında bugüne kadar fark edilmeyen büyük eksikliği buldum. Nedir nedir diye meraktan çatlıyorsunuz değil mi, söyleyeyim efem! Kültablası yok! (şimdi siz bu gerçeği sindirebilesiniz diye boşluk bırakıyor ve yeni paragrafa geçiyorum. 1 dakika sindirme molası!)

İnanılmaz ama gerçek işte ne yapacaksınız ki. Rahmetlinin cesedini saygıyla yandaki boşluğa bıraktım, ama hakkında düşünmeyi bırakmadım. Yol bitene kadar “acaba beyin kanamasında mı gitti” diye düşündüm durdum. Neyse ki sonunda kazasız belasız(cünyır vampirimizi saymazsak) vardık ta bir duş alabildim. Ne de olsa o kan emici ile temasım olmuştu ve batman’a karşı kinlenen ben bir örümcek adam vakasına kurban gitmek istemedim, kendimi dezenfekte etmeliydim. Sabaha karşı 05.00 da yatabilen bendeniz sabah evlatlarını merak eden bir ailenin telefonuyla 10.40 ‘da uyandım ve uyandırdıkları için azarlayarak güne başladım.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

uzun bir hikaye bu

GÖRMEDEN ÖNCE
Bu yazıyı yazma aşamasına gelene kadar çok çelişkili bir dönem geçirdim. Yanlış anlaşılmaya yol açma ihtimali ile içimdekileri dökmek isteği arasında gidip geldim. Sonunda “blog tutmanın amacı ne içindekileri yazıp dökmeyeceksen ne bok yemeye blog tutuyorsun, kitlelere yön mü vereceksin pezevenk! Yaz gitsin işte!” diyen tarafım ağır bastı. İki kişinin arasındaki meseleye dışarıdan bakmak ve olayı görmek kolay ama bu iki kişiden birisi kendisi olunca insan tarafsızlığını kaybeder gibi, bu yüzden yazı boyunca okurken olaylara objektif bakamayacağımı da göz önünde bulundurun eğer bir değerlendirme yapacaksanız. Birde yazı boyunca elimden geldiğince açık sözlü olacağım, sanki kimsenin bilmediği bir günlüğe yazar gibi, o yüzden bazı kısımlarda kendimi övme veyahut benzeri durumlar ortaya çıkarsa bundandır. Neyse alakasız bir yazıya başlayabilirim artık.

Nereden başlaman gerektiğini bilmiyorsan baştan başlamalısın. Ama o kadar sırdan bir başlangıçtı ki nasıl olduğunu hatırlamıyorum bile önce blog takibi-yorumu sonra formspringden merak gidermek için birkaç soru sonra gmail vasıtasıyla gtalk ve en sonunda biraz mecburiyet biraz emrivaki olarak telefon-ki emrivaki yapan bendim-. Ve bütün bunlar kısa bir süre içerisinde olan biten şeylerdi. Hızlı başlayan her şeyin hızlı biteceği aklıma gelmedi. Gerçi o dönemde ben askere gitmek için işlemlerimi yaptırmıştım ve bu muhabbetin koyulaşması süreci hemen bunun akabinde olmuştu. Ve aslında askere gidişim hızlı bir bitiş olarak aklımdan geçmişti(burada başlangıç-bitiş gibi kelimeler kullanıyorum ama bunları normal insan ilişkisi için geçerli şekili neyse o manada). Gerçi sana samimiyet ve ilgi duymamı sağlayan bir huyun olarak kitap okuman vardı ki bu sebeple elimdeki kitaplarımın bir kısmını sana gönderdim –tabi geri almak kaydı ile ve tabi zamanı gelince senin elindeki kitapları da senden isteyecek yüzüm olabilmesi için.

Askerlik zamanı geldi çattı. Ve aslında bir kopuş olmasını beklediğim bu dönemin sonunda kendimi inanılmaz derecede sana yaklaşmış buldum. Toplamda 78 gün süren acemiliğim boyunca sanırım 60-70 gün arasındaki bir sürede her gün seninle konuşma fırsatını buldum veya mecburiyetini hissettim. Hem de geldiğim, başladığım ilk günden beri. Askerliğim boyunca para harcadığım tek konu bu, seninle konuşabilmek için aldığım ankesörlü telefon kartları(yanlış anlaşılmasın sadece olan biteni belirtiyorum). Açıkcası giderken yanıma birkaç arkadaşın telefon numarasını almıştım canım sıkıldığında ararım diye. Askerlik süresince canım çok sıkıldı, eğer bu günlük telefon konuşmalarımız olmasaydı ne yapardım, bana bir psikolog gibi geldiği biliyor muydun? Peki her gün telefonumu bekliyor muydun, yoksa mecburiyetten mi konuşuyordun benimle? Nede olsa ben askerdeydim ve seni tanıdığım kadarıyla sen bazı şeyleri kendin için değil başkaları için yapabiliyorsun- ya da öyle gösteriyorsun-. Sebebi her neyse! Benimle konuşuyordun ve bu günün terapi saatleri için sana hep minnettar kalacağım. Bu konuşmalar ile farkında olmadan sana yakınlaştım. Aklıma hiç gelmedi değil, acaba diye düşünmedim değil ama her zaman mantıklıydım, daha önce aşık olmuştum ve bunun böyle bir şey olmadığını biliyordum ama adını koyamadığım bir bağlılık vardı.

Askerlik boyunca epey konuşmuşuz gerçekten şimdi yeniden fark ettim. Benimle askerlik yaptırmışım sana da. Ee bu kadar çok konuşunca her şeyi de konuşuyorsun mantıklı-mantıksız. İstanbul ziyaretim de böyle bir konuydu. Acemilik bitince ve kuradan Diyarbakır’ı çekince gitmeden istediğin kadar gez gibisinden bir durum ortaya çıktı. Ve son durak olarak istanbul’a geldim. Sen hafta sonu gelirsen müsait olurum gezebiliriz demiştin. Hatta gelmemden önceki gece arayıp haber verdiğiniz ekstra organizasyonu duyunca şaşırmış ve sevinmiştim. Günlerce telefonda konuşmadan sonra yüz yüze gelecektik, heyecanlıydım-öyle heyecanlıydım ki İstanbul da aramam gereken bazı kişileri aramayı aklıma bile getiremedim.

GÖRDÜKTEN SONRA

Cuma günü öğlen üzeri İstanbul’a gelirken telefonda konuştuğumuz onca şeyi genelde bunu öğle yemeğinde(veya kahvaltıda)baş başa konuşalım istersen şeklinde espri olarak bitirdiğimiz vardı. Espriler gerçekleşecek miydi? Cuma günü akşam saat 19:00 civarındaydı, taksimdeydi, seni ilk görüşüm. Gerçi senden önce “bizim kız”(konuşmalarımıza zaman zaman konu olduğu için bizim) ile görüştüm, ilk izlenimim gayet enerjik ve cana yakın olduğu yönündeydi. Ben heyecanlıydım. Tamam o kadar uzun süre konuşmuştuk ama hiç yüz yüze gelmemiştik ve ben genelde yüz yüze olunca daha sessiz olurum. Bunu sana söylediğimde benim yanımda nasıl olacağını bilemezsin demiştin, onu bilemezdim ama kendimi biraz bilirim. Ki karşılaşmamız sırasında birde bizim kız vardı. Ekstra tanımadığım insan ekstra tutukluk mu yaptı bende? Sen geldin, heyecanlıydım. Senin davranış şekline göre davranacaktım, elimi sıkarsan elini sıkacak, sadece uzaktan kafa selamı verirsen öyle yapacaktım. Geldin ve sarılıp öptün. Samimice yapılanlar gibi içten değildi ama doğaldı. O sırada kısa süre için seni kokladım -bir sapık gibi değil otomatik bir algı olarak-. Güzel bir kokun vardı, hoşuma gitmişti. Konuşmak istiyordum ama saçma sapan laflar söyleyerek salak görünmekten korkuyordum. Çok dinleyip az konuşmaya karar verdim, kendim her zaman yaptığım gibi, en azından mümkün olduğunca doğaldım. Kalacak yer problemim vardı ve bütün gezdiğim yerlerde hep arkadaşlarımın evinde kalmış olmanın rahatlığıyla beni senin ağarlayacağını düşünüyordum. Evde iki kız kalıyordunuz ve ben yine kendimi bildiğim için bir gece misafirlik etmemin bir sıkıntı olmayacağı görüşündeydim. Sen beklediğimden sert bir tepki verdin. Bence de haklıydın ama kalacak yeri önemsemiyordum, neler yapacağımız önemliydi gece nerede nasıl uyuyacağım değil. Planları bizim kızın yaptığını görünce biraz kuruntulandım, aklımdaki şey bara-diskoya gitmek değildi istanbulun güzel yerlerini gezeriz ve o güzel yerlerin sakin olan birisinde oturur mümkünse sohbet ederiz kısa ama dolu geçmişi bu sefer görsellikle doldururuz diye hayal etmiştim. Birde bizim kız arkadaşlarını ve özellikle erkek olanları çağırınca rahatsız oldum, sadece sevgilisini çağırsa rahatsız olur muydum(bana ne oluyorsa)? Karnımızı pek özel olmayan bir yerde doyurduk. Özel olsun sadece seninle hatırlayacağım bir yer olsun isterdim-romantik olsun değil, özel olsun-. Oradan bir bara geçtik İstiklalin yan sokakları oluyor oralar değil mi? Çok fazla gürültülüydü ve üç kişiydik.

Ben oldum olası bar-disko ortamlarını sevemedim, oradaki insanları ve eğlence anlayışlarını bir türlü sindiremedim-sindirmem de gerekmiyordu ya- . Benim hayatımda müzik hafif bir arka fon olmalı, bütün sesleri bastıran iletişimi öldüren bir şey değil. Ben sadece sevmediğim insanlarla olduğumda gürültülü yerleri severim, konuşmak zorunda kalmadığım için. Ses çıkartmadım senin isteklerine uyum sağlayabilirdim, sen böyle olsun mu istedin? Bizim kızın çağırdığı arkadaş olarak bir oğlan geldi, rahatsızdım, hoşlanmamıştım. Onun geleceği belli olduğunda bu gece onda kalırsın diye yine kendi kendine kurarken bizim kız ben bunun olmamasını tercih ederim diye düşünüyordum. Çocuk çok komikti(!) size göre. Bence ise çok yapmacık ve ucuzdu, yaptığı şey piçlikti ve ben böyle davranan insanlardan hoşlanmazdım, kıskanmış mıydım? Duygularımdan emin değilim hala ama sanırım hem sevmedim hem kıskandım. Sevmedim, siz daha masadan ilk kalktığınızda benimle ilk konuşması seninle sevgili olup olmadığımdı, değildim, olmayı ister miydim? Eğer aşık olsaydım, yani mantığı bir kenara atacak kadar tutkulu bir ilgi duysaydım evet isterdim(aşk tanımım bu değil örnek olsun diye yazdım). Güzeldin. Ama biraz hoşlanıyordum ve tecrübem ile mantığım farklı şehirlerde olan insanların ilişki yaşayamayacağını çok iyi biliyordu. Belki bu yüzden farklı şehirlerde olmamayı isterdim önce, ama şu gerçeklerde istemiyordum. Kıskandım, çünkü bu kısa konuşmadan sonra siz masaya gelince göz göre göre sana askıntı olmaya başlamıştı ve ben senin onu tersleyip ağzının payını vermeni beklerken sen onun asılmak için yaptıklarına gülümseyerek cevap verdin. Çocuğun bundan cesaret aldığını hissettim o yüzden değil miydi asılmayı dokunma-temas aşamasına getirmesi? O gürültülü yerde ben gürültülerin dışında bunları düşünüyordum.

Dışarı çıktık başka bir yere gitmek için “Oh” dedim kendi kendime bu gürültülü yerden kurtulup rahat rahat konuşabileceğimiz bir yere gidebilecek miydik? Bizim kız ise aynı eğlence anlayışı ile devam etmek istiyordu. Soğudum. Yağmur vardı ve ben yağmuru severdim. Sen de yağmuru sevdiğini söylemiştin, aklımda öyle yer etmişti, yağmur yağınca şemsiyeni çıkarttın, ıslanmak istemiyordun. Bu nasıl yağmuru sevmek dedim kendime. O çocuk ise bundan da bir fırsat yaratmak peşindeydi hemen şemsiyenin altına girme bahanesiyle yanına geldi, görmek istemedim, önden yürümeye karar verdim(bana neydi). Gene bir bara gittik ben araba kullanacağım için sadece bir bira içmiştim(o gürültülü yerde ), zaten alkole düşkünlüğü olan biri değildim, içeceksem bile yine müziğin arkada güel bir fon olduğu bir bahçe veya evde sohbetin yanına meze olsun diye içerdim. İçeyim diye gürültülü müzikli mekanlara gitmezdim. Canlı müzik vardı. L şeklindeki masaya ben yukarı tarafa siz üçünüz ise sırayla sen, bizim kız ve o çocuk şeklinde oturmuştuk. Uyanıklık yaptım, önce senin ve bizim kızın oturmasını bekledim sonra sana yakın olan yere oturdum, hala seninle konuşma ihtimalini düşünüyordum. Bir ara bizim kız ve bence piç olan oğlan lavaboya gittiler, müziğede ara verilmişti sanırım. Seninle konuşabilmek için ne iyi fırsatı, orada seninde sıkıldığını, başının ağrıdığını aslında böyle yerlerden hoşlanmadığını duyunca sevindim, istersen kalkalım o zaman gibisinden bir şey söylediğimde ise bizim kız seviyor kalalım her zaman gelmiyoruz dediğinde hatırladım başkaları için fedakarlık yapabilirdin. -Şimdi anlatacağım iki olayın kronolojik sıralamasından emin değilim-.

Canlı müzik oradakilerin isteğiyle romantik bir havaya büründü, slow bir şarkıydı ve cıvık olarak bizim kızın “hadi”si ile bizim kız ve o oğlan dansa kalktılar. Gözlerim senin üzerindeydi. Acaba bende seni dansa kaldırmalı mıydım? Dans etmeyi bilmiyorken-beceremiyorken- bu fırsatı değerlendirmeli miydim? Sorsam hayır der miydin, peki ben sana aşık değilken ve bundan eminken seninle edeceğim birkaç dakikalık dans yüzünden bedenlerimiz o kadar yakınlaştığında, teninin kokusuna o kadar uzun süre maruz kaldığımda yine kendimden emin olarak kalabilir miydim? Ya sana dokunmaya kıyabilir miydim? Yapamadım, o kadar cesur olamadım. Bu sırada bizim kızın kaş göz işaretleri vardı ama benim kararımı o etkileyemezdi ki. Biz kalkmayınca bana bir dakikadan bile kısa süren danslarını bitirdiler – bizim kız bitirdi-. Ve gelip seni kaldırdı dansa. Hiç nazlanmadan kalktın, şaşırdım. Daha sonra o çocuk geldi birden. Bizim kız mı kaldırdı yoksa kendisi mi kalktı o kısım bende flu. Senin ona bırakan bizim kız benim yanıma geldi beni kaldırmak için. Sen orada başka biriyle dans ederken ben de dans edebilir miydim. Ama eğer kalkarsam belki gene eş değiştirir ve seninle dans eder konuma gelirdim. Hayır dedim bizim kıza. Direk surat asıp oturdu. Ben ise onunla ilgilenecek durumda değildim. Dansınızı , seni görmeliydim. Vücudum buna nasıl bir tepki veriyordu, mide özsütünü salgılayarak mı? Açlık mı hissediyordum? Ne kadar dans ettiniz, o kadar yakın olmak zorunda mıydınız dans ederken? Artık daha fazla kalmak istemiyordum, başım ağrımıştı, vücudum buna böyle mi tepki veriyordu(hem bana ne oluyordu ki)?
Diğer olay ise lavaboya gitmendi il kalktığın anda peşinden gelir gibi yapmış birkaç adım sonra hemen geri oturmuştu ama yaklaşık bir dakika sonra o da lavaboya gitti. Mekan ile lavaboların olduğu kısım arasında bir kapı vardı ve yarısına kadar buzlu camdı. İlk girdiği andan beri barın ta karşı tarafındaki o pencereye odaklanmıştım. Buzlu camdan orada kapının arkasındaki varlığını görebiliyordum. Amacı neydi? Tuvalete girmek olmadığına emindim. Gece benim için bitmişti ve yalan olmayan baş ağrımı öne sürerek kalkmayı önerdim. Bizim kız mutsuz oldu onun için gece hala çok uzundu. Oyun bozan olmak istemedim oturmayı kabul ettim. Ama eğleniyor rolü yapacak kendimi ve sizi kandıracak değildim, eğlenmiyordum!

Bu durumun üstüne yaklaşık birkaç saat daha oturduk sanırım. Sonunda kalkma zamanı geldiğinde bizim kızın o oğlana benim kalacak yer sorunumu aktardığını fark ettim ve oğlanın olumsuz cevabını fark edince mutlu oldum. Bugünün sonunda eğer kabul etseydi onun evinde kalmamak için bahane bulmak zor olacaktı, farkında olmadan beni bu zahmetten kurtardı.

Taksimdeydik ve artık dağılma zamanıydı. Bizim kız ve o çocuk tekrar buluşmanın planlarını yaparken ben gitmenin planlarını yapıyordum. Sen eve taksiyle dönmek istiyordun benim götürmemi istemez gibiydin? Hangi sebeple diye düşünmeden edemedim ama tatmin edici bir cevapta bulamadım. O çocuk ümraniye’de oturuyormuş, uzak olduğunu duyunca sevindim(kıskanmış mıydım). Ayrılmak için vedalaşırken bile sana asılma derdindeydi iki kere sıkı sıkı sarılmak bizim kızın arkadaşıyken ona bir kere sarılması ve mecbur hissettiği için olabildiğince uzaktan benimle tokalaşması bunun ispatı değil miydi? Tam arkamızı döndüğümüz, benim oh be dediğim sırada anlamadığım bir şey söylediğinde neden ikinizde dönüp gel seni de atalım dediniz? Araba benimdi, onu bütün gecenin sonunda yaptıklarının ödülü olarak evine bırakmak isteyeceğime nereden karar verdiniz! İlk anda böyle düşünmüştüm. Sonra(birkaç saniye) tekrar düşündüm o beni evine almamıştı ve bende bu yüzden onu evine bırakmalıydım, yüzüne vuracağım bir tokattan daha etkili olurdu bence. Hem de bütün gece beni sinir eden çocuğu belki arabamla ezerim diye düşünmüştüm. Hiç ahlaklı bir düşünce değil farkındayım, ama ahlakımı bütün gece gereğinden fazla korumamış mıydım? Hem birde onu evine bırakırsak önce onu bırakacağımız için beraberce ve kendi hakimiyetimde ki bir alanda seninle daha fazla zaman geçirmiş olacaktım. Hayır aşık değildim ama bütün gece sinir olduktan, hayal kırıklığına uğradıktan sonra bu biraz iyi gelirdi. Gece sizi de bırakırken artık nerede kalacağım sorusu yavaş yavaş aklımda yer etmeye başlamıştı ama hala en önemli meselem değildi.

Gecenin sonuna geldik sanıyordum ama son bir süprize daha hazır olmalıymışım. Sizin evin önünde siz inerken bizim kızın hadi sana iyi yolculuklar demesine şaşırmıştım, nereye gidiyordum? Ankaraya dönmeyecek misin cevabı kafamda bir şeyleri yerine oturtmuştu. Gecenin oyun bozanıydım, benim yüzümden yeterince eğlenmemişlerdi –bense her şeye rağmen ilk yüz yüze görüşmenin mutluluğundan dolayı günü artı da kapattığımı varsayıyordum-. Senin için aldığım ufak hediyeler çantamdaydı bagajdan çıkartmam gerekiyordu, sen ise bir an önce gitmemi ister bir haldeydin komşulara yakalanmayı istemek miydi tek sebep? Aynı akşam ki gibi öpüştün, doğal ama samimi değil. Ve ben gelmeden önce ortaya atılan sürpriz planda bu arada iptal olmuştu. Ama bu kadar çabuk pes etmeyecektim, ertesi gün seni tekrar görecektim hem senden almam gereken kitaplar vardı, hem de bu sefer yalnız olacaksın gibi bir hayalim.

Sizi eve bıraktıktan sonra rasgele yollarda rasgele dolaştım yaklaşık bir saat geçtikten sonra artık araba sürmek tehlikeli olacak bir duruma geldiğinde ilk gördüğüm pansiyonun önünde durdum. Sabah fazla mesain vardı ve çıkış saatin belli değildi , olsundu İstanbul gibi bir şehirde vakit kolay geçerdi. Gece çok rahat uyumadım ve sabah erken kalktım zaten bu izbe yerde daha fazla kalmakta istemiyordum. Duş alıp, giyindim biraz müzik dinledim ve çıktım. Rasgele sürmeye başladım yine,bir süre sonra birden seni arayıp eğer hala çıkmadıysan gelip almayı ve işe bırakmayı önermek aklıma geldi aklıma. Aradım, yoldaydın. Biraz dolaştım ve sonunda iş yerine yakın olduğunu tahmin ettiğim bir bölgeye yöneldim zamanımı orada hangi alışveriş merkezi varsa onun içinde çok kolay harcayabilirdim. Saat 14.00- 14.30 gibi çıkabileceğini söylemiştin, 12.30 gibi aradığını görünce şaşırdım. Geldin, yine dünkü gibi öptün, ben figürandım. Yemek yedik bu sefer biraz farklıydı. Bu sefer baş başaydık ama o telefondaki samimiyetini yanındayken bulamıyordum.. İşlerinin yoğunluğu muydu bunun sebebi? Bence daha fazlasıydı. İkimizde konuşacak havamızda değildik bir iki basit giriş denedik ama pek kısa sürdü. Konuyu düne ve o çocuğun sana asılmasına getirdim, bir erkek olarak erkeleri senden iyi tanıdığımı ve gördüklerimi söyledim, kabul etmedin hem olas bile iş bende biter dedin, haklıydın. Ama bu konuşmayı benle yapıyor olmaktan rahatsızlık hisseder gibiydin. Sanki sanane demek ister gibi(doğru gerçekten bana ne?). Madem yapacak doğru düzgün bir işimiz yoktu senin işini halledebilirdik. Bu sebeple(bahaneyle) oradan çıktık ve işi halledemeyeceğimizi anlayınca arabaya doğru yöneldik. Artık itiraz edecek değildim, belli ki gitme zamanım gelmişti, o gelmemden önce ortaya atılan organizasyonla ilgili yapılan hiçbir davet yoktu- hafta sonu benimle ilgilenecektin ve benim hayal ettiğim ilgi, telefonda alıştığım ilgi bu değildi-. Biliyorum plansız bir iş hayatın vardı olacakları sende kestiremezdin ama beni bir daha görüp göremeyeceğin meçhulken en iyi ihtimalde bile 8-9 ay göremeyecekken daha farklı davranamaz mıydın?. Seni son kez gideceğin yere bıraktım bu sefer Anadolu yakasındaydı. Kadıköy müydü?

Vedalaştık yine ilk günkü gibi. Sana gerçekten sarılabilir miydim, tüm samimiyetimle? Sarıl(a)madım. Sen arabadan indin ben artık ne geriye dönüp sana bakmak ne de bu şehirde daha fazla kalmak istemiyordum. Oysa aramam gereken arkadaşlarım vardı ama kafamda bunları düşünmeye yer yoktu. Ne hissediyordum sana karşı, dürüstçe. Aşık değildim çünkü mantıkla yaklaşıyordum. Aşık değildim, her tanıdığım dişiye potansiyel sevgili adayı gözüyle bakmıyordum. Aşık değildim çünkü her şeyin bir sonu olduğu gibi aşkında bir sonu vardı. O hafta sonu işlerin çok yoğundu ve benim ankaraya sağlam bir şekilde gitmem dahil hiçbir konuda düzgün bir iletişim kuramadık. Aksine twitter’a yazdıklarını da kısmen üstüme alındım, son zamanlarda çok mu hüsnü kuruntu biri olmuştum?

Ben sana farklı davranırken bu süreden , görüşmeden sonra bu seni neden rahatsız etmeye başlamıştı? Yukarıda ki düşündüklerimin bir kısmını yakaladın ve benim sonunda çıkardığım sonucu ters olarak mı çıkartmıştın? Hani sen ön yargısızdın, hani diğerlerinden farklıydın ben onlar gibi davranmıyorum diye neden benden rahatsız oldun? Her zaman farklı değil miydim? Kolay taşan sabrım bir kere daha taşmıştı bütün bu birikenlerin üstüne kolay mı demeli zor mu bilmiyorum. Sonunda hiç hoş olmayan bir tartışmayı hiç hoş olmayan bir şekilde yaptık. Pişman oldum.

Şimdi biliyorum ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sen bana olan güvenini yitirdin, ben fırtınalı günlerin limanını yitirdim. İşte aşık değildim ama sana normalden fazla gözüken ilgim de bundandı.
Güzel bir kızsın ve her insan gibi beğenilmeyi istiyorsun, alıyorsun da.
Ama küçüksün(gençsin manasında), bunu sana ilk ne zaman söylemiştim –ki aslında benim söylememin bir önemi yok bunu sen zaten kendine söyleyeceksin.
Dediğim gibi bense hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum, o yüzden artık denemekten vazgeçtim ama her ihtiyacın olduğunda yardım etmeye hazırım, senin bana yaptığın yardımı unutmayacağım.

Ben seni terk etmiyorum, bırakmıyorum, sadece bunaltıyor gibi bir durumda olmaktan çıkmak istiyorum.

p.s : kitaplarım konusunu ise en baştaki haliyle beklemede

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Diyarbakır'ı izledim





Malumunuz askerliğimin ilk üç ayını(kendisine acemilik dönemi diyorlar) Ankara-Polatlı'daki Topçu ve Füzeci okulunda, evime 1.5 saat mesafede yaptım. Bu sürenin sonuna geldiğimizde sağ elim(hemen ibnelik düşünmeyin bak!) vasıtasıyla çektiğim kuradan diyarbakır-lice tapann tepe diye bir yer çıktı -ki benim gibi bir adama tapan tepe gibi bir yerin çıkması ironi açısından gayet hoş oldu bence-.

Toplamda 15 gün süren bir izin, bir tatil döneminin ardından yolculuk zamanı geldi çattı. Tatilde izlediğim güzergahı ve yaptıklarımı üstün körü olarak iki önceki yazıda belirtmiştim, işte bunun üstüne diyarbakıra gelmek insanın aklına neler getiriyor neler bunu anlatmak zor, hani yaşamayan bilemez, tahmin edebilir ama hayal edemez(o ne demekse artık). Hele birde yanında bir sürü eşya ile gitmek zorunda olmak durumu var ki o bile ekstra fiziksel yükün yanında zihinsel yüke yol açabiliyor. Ben kendimi çok gezen birisi olarak görürüm(türkiye ortalamasına kıyasla) tabi bunda büyük pay kendimi bildim bileli arabamız ve gezme merakımız olmasında. Ama gittiğim en doğu kayseriydi. Gerçi bu doğru değil 1996 senesinde bir haftalık kars-ardahan-ığdır ziyaretim olmuştu ama o zaman çocuktum sayılmaz.

Diyarbakıra beni korkutan bir iniş yaptık, taksiyle merkezdeki ktm(kabul toplama merkezi)'ye geldik, kayıt yaptırdık ve misafirhaneye yerleştik. Bu kısıma kadar diyarbakır hakkınad kafamda oluşan tek düşünce gerçekten cehennemin türkiye şubesine geldiğimdi.Tabi insan bu nereye giderse, ne yaparsa yapsın susuyor, acıkıyor. Bizde acıkınca yemek nerede ve kaçta diye sorduk ve dışarıda yememiz gerektiğini öğrendik. Diyarbakıra yeni gelmişim, hakkında bildiğim bütün bilgi tv'de gördüğüm olaylar ve bu yüzden aklımda "aman dikkat et her an bir yarrağa gelebilirsin" şeklindeydi. İstanbulun taksimine tekabül eder mi bilmiyorum ama ankaranın kızılayına denk bir yer olarak diyarbakırda ofis denen bir bölge mevcut ve bizim kaldığımız askeri tesisler buraya sadece 5 dakika mesefede(en güzel yeri kapmışlan lan yine görüyon mu). -Benim asıl görev yerimi başta belirttim bildiğin bir dağ başına gideceğim ama iç güvenlik bölgesi olarak adlandırılan bu yerde kafana göre gidemiyorsun, askeri konvoy yapılmasını bekliyorsun yani ben o konvoy gelene kadar güzel günlerimi yaşıyorum diyarbakırda. o yüzden ilerde fırsat bulamayacağımı göz önünde bulundurarak hava serinlediğin anda kendimi dışarı atıp diyarbakırı keşfetmeye çalışıyorum.-

Daha askeriyenin kapısından dışarı adımımızı yeni atmışız ve hemen karşı kaldırımda oturan3-5 veletten bir tanesi soluğu yanımızda aldı. "asker abi bir sakız alır mısınız? allah sevdiklerinize kavuştursun abi bir sakız alın abi, son sakızım abi" diyerek takıldı yanımıza "kaç paraya satıyorsun" dedim cebimde bozukluklar vardı. "ne verirsen abi" diyince biraz kıllandım açıkcası kıllanmadım değil ama neyse dedim cebimdeki 25 kuruşu uzattım. Ve ne olduysa bu anda oldu. Çocuk parayı aldı ve arkasını dönüp koşmaya başladı diğer arkadaşlarının yanına, sanki kovalayan varmış gibi. Şaşırdım böyle yapacağını düşünmemiştim. Neyse deyip yolumuza devam etmek için döndük ki aynı gruptan bir çocuk daha geldi "benden de bir sakız alın abi, allah sevdiklerinize kavuştursun abi" biz ne kadar aldık, bozuk paramız kalmadı , senden yarın alırız desekde çocuk inatçı nuh diyor peygamber demiyor. Ama bizde inat ettik ve çocuk yanımızda bu aynı lafları tekrar ederek yaklaşık 500 metre yürüdü ve sonunda vazgeçip geri döndü. Azmine hayran kaldım ben. Ama bu olay kafamda diyarbakırı çözmem için yeterli oldu. İşte televizyonda eylemlerde taş atarken gördüğümüz o çocuklar ve 25 kuruş için peşimizde koşturmaları. Daha sonraki günlerde benzer bir olay olarak ama bu sefer tecrübe edinmiş ve hiç bir şeyden korkmaya gerek duymadan oradan oraya gezerken karşılaştığım bir manzara; Bir tane polis panzeri, her tarafı taşlardan, sopalardan aldığı darbelerden dolayı ezik veya çürüyüp iz olmuş şekilde yolun kenarında duruyor. Önünde bir tane polis ve etrafında üç tane diyarbakırlı çocuk. Olayı anlamak isteyerek biraz yakınlaştım ve çocuklar polisin botlarını boyuyorlardı. Belki birkaç ay önce taş attıkları panzerin polisi.


İşte diyarbakır özünde bu çocuklar. Maalesef birkaç lira için yapmayacakları bir şey olmayan çocuklar. Bu çocukları ufacık paralarla kandırıp o eylemlerde en öne koymak o kadar kolay göründüki. Bir top için, bir oyuncak için neler yapabilirler diye düşünmeden kendimi alamadım.
Benim burada gördüğüm herkes ekmeğinin peşinde, geçim derdinde.

Bunları gözlemleyince benimde ilk günkü korkum kalmadı. Hatta ikinci gün öyle ara sokaklara girdim ki hani insanı sikseler kimsenin ruhu duymaz diye adledilen yerler. Öyle yerlerki girdim ve kayboldum, çıkmaz sokaklar yüzünden bazılarının sonundan geri döndüm.


Aslında anlatacak çok şey var daha. Kitapçı maceram var, kebapçılar var, tarihi mekanlar var onları sonra yazayım yoksa çok sıkıcı ve uzun bir yazı olacak bu. Zaten etkileyici bir yazı olmadı gibi aklımdakileri kelimelere dökmekte zorlandım ve tamamen yansıtamadım sanırım. neyseki bu ihtimali düşünerek bir kaç fotoğraf çekmiştim (:


ahashdahh çarşının adına bak

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Yolunun yolcusu


04.07.10 -ki kendisi geçen hafta pazara tekabül ediyor- sabahında düştüğüm tatil yollarımdan bugün akşam itibari ile dönmüş bulunuyorum. Yaklaşık 2500 kilometreye tekabül eden yolculuğum boyunca, başıma hiçbir iş açmayan, beni hiç bir sıkıntıya zerk etmeyen sevgili ve yeni(bizim için yeni çünkü 30 haziranda aldık) otomobilimize bu zevkli yolculuğu sağlayan en önemli etken olarak teşekkür ederim -evet duygusal bağ kurdum-.

Çocukluğumda çakal kasa olarak adlandırılan eski bir bmw'miz olduğunu hatırlıyorum-kısa süreliğine-. Açıkcası o zaman zaten onu sürebilecek kadar değildiğim(bulursam fotoğraf ile ispatlayacağım). Oyüzden bu seyahat hayatımdaki ilk gerçek bmw deneyimidir diyebilirim. Ve pailo da bmw de kullanmış biri olarak ikisi içinde aynı hız limitlerini uygulayan yasaları eşitlik ilkesine aykırı buluyorum aihm'e bu konu ile ilgili bir başvuru yapsam mı diye düşünmekteyim.

Tabi ben şimdi bunları yazıyorum ama niyetim bir şeyleri gözünüze sokmak veya nispet yapmak değil, olanı-biteni kayıt altına almak.Kamuoyuna önemle duyrulur falan.

Yolculuğa çıkmayı askerliğe başladığım günden beri planlıyordum. Gerçi planlıyordum diyorum ama planlı hiçbir iş yapmadım, sadece yap diyen nike(just do it) ilkesinden ilham alarak, yılların hayalini gerçekleştirmek niyetindeydim, planlı olan tek kısım herhangi bir yolculuk yapmamdı -ki işte bu sebepledir ki gittiğim yerlerdeki arkadaşlarıma ya oraya doğru yola çıkarken ya da birgün öncesinden haber vererek hareket ettim. Tabi bu kısım yüzünden bir kısmı ile görüşemedim ama bu şekilde hareket etmekten pişman değilim.

Güzergahım; Ankara -Eskişehir(1 gece) -Kocaeli, Gölcük(1 gece) -İzmir, Çeşme(2 gece) -Kocaeli, Gölcük(1 gece) -İstanbul(1 gece) -Ankara şeklinde oluştu.

Güzergah neden böyle diye düşünen yoktur ama olsun be "öyle düşünen birisi yok o yüzden açıklamayayım, öyle düşünen birisi olursa da öyle düşünmeyen birisi açıklasın" şeklinde karışık, "acaba bu ne demek istemiş, ne saçmalamış lan" dedirtecek bir cümle kurmaktansa açıklamayı yeğlerim. Şimdik şöyle oluyor; Eskişehir yolumun üstü oradaki dallamayı kandırıp Kocaeli'ne gitmek, oradaki diğer çok sevgili arkadaşımıda alarak hep beraber bir kaç gün tatile gitmek ki arada programı uyarsa bir diğer arkadaş içinde Bursa'ya da uğramak . Tabi şimdi birisi dallama birisi çok sevgili olunca bu arkadaşlardan siz hemen hangisinin benimle tatile geldiğini, hangisinin gelmediğini ve hangisininde elinde olmayan sebeplerle gelemediğini hemen anladınız.

Kısa süreli bir tatil olmak zorundaydı çünkü malum kpss vardı. Bu sebeple çok aşağıya inmeyip kafa dinleyecek bir yer hayal ederek bir süre önce gittiği Çeşme, Ilıca'yı çok öven ve bu övgüsünü gösterdiği fotoğraflarla süsleyen çok sevgili arkadaşımın etkisiyle Çeşme'ye gitmeye karar verdik.

Çeşme için söyleyecek pek fazla şeyim yok. Güzel ve istediğim gibi bir tatil oldu genel itibarı ile. Çok kalabalık değildi, açıkcası hiç kalabalık değildi Antalya ve yöresine kıyasla yani. Denizde 1 metrekarelik bir alanda zıplamak zorunda değildiniz, istediğiniz gibi özgürce kulaç atabilirdiniz -ki biz attık-.

Sonra dönüş yolu ve benim için yolculuğun en istediğim, en planladığım ve merakla beklediğim kısmı olan İstanbul bölümünün Gerçekleşmesindeydi sıra. Bu yola yanımda çok fazla hayalle çıktım. Bir kısmı orada bulunduğum sürece üstümde çok ağırlık yaptı. Bu yüzden bazı ters bakışların ve olumsuz düşüncelerin odağında olmuş olabilirim, tabii herkes tarafından değil. Yolculuğumun genel yapısına uymayarak bir kaç plan var olduğundan mıdır bilmiyorum ama olmadı, planlar tutmadı. Bir kaç pişmanlık, biraz hıyarlık, sıfır kötü niyet.
En zevk aldığım, en pişman olduğum, en bitmesin istediğim, en sıkıcı olduğum, en güzel, en rahatsız olduğum, en iyi, en hayal kırıklığı yaratan, en mutlu olduğum kısımlar İstanbulda'ydı. Zaten İstanbul'dan da böylesi beklenir değil mi?(yazarken kendimi hiç kısıtmaladığım çok belli oluyor mu?)

Bütün bu yolculuğum boyunca beni karşılayan, ağırlayan, gezdiren, bana katlanan, kendi yoğun hayatlarında bana da yer açan, benide planlarına katan, asık suratıma katlanan arkadaşlarıma ve rahatım için ellerinden geleni yapan ailelerine, yolculuğum boyunca bir kere bile çevirmeyen polisimize ve tabi maddi ve manevi sponsorum olan aileme en içten teşekkürlerimi iletirim, onların burayı okumayacağını bilerek. Sizin için elimden ne gelirse yapmaya hazırım.

p.s: Yazı boyunca kendisinden hiç bahsetmediğim birde navigasyon aleti var ki kendisine de genel olarak müteşekkirim(özellikle istanbul kısmında yola çıkmamdan önce yaptıkları yüzünden)

p.s(2):Yok ısrar etmeyin yolda nasıl yanma tehlikesi(abartıya bak) atlattığımı yazmayacağım.