18 Eylül 2010 Cumartesi

Şerbetçi


Yaz mevsiminin yerini aheste bir şekilde güze bıraktığı günlerdi. Gök artık erkenden kararmaya başlamıştı. Kalın Emin Karyağdı bayırındaki cellat kabristanından, ustası Kara Ali’nin kabristanını ziyaret etmekten dönmekteydi. Kalın Emin her cuma bir gün evvelinden hazır ettiği beyaz gömleğini giyer, kendisine 10 gümüş kaymeye mal olan muskası dışarıdan görünecek şekilde yakasını açar, her daim taze olması için kendisine babüsselam kapısına yakın yerdeki bahçelerde yetiştirdiği lalelerden bir tanesini dikkatlice yakasına yerleştirir ve yola koyulurdu.

İlk olarak Padişahın Cuma Selamlılığına gider padişahımız efendimiz tebaasını selamladıktan sonra oradan ayrılır, hayattayken yaptığı infazlarla tıpkı bir mualliminin inceliğiyle kendisine yol yordam gösteren, yetiştiren, ve bir baba gibi sahip çıkan ustasının kabrini ziyaret etmeye Karyağdı bayırındaki cellat kabristanına yollanırdı. Onun için Kara Ali cellâtların pîri Eyyüp Basri'den bile önemli biriydi. Kaç cellata nasip olurdu padişahımız efendimizin canını almak. Bu önemli işi anca hünerli elleri ve büyük bir şöhreti olan birisi yerine getirebilirdi. Konstantiniye’de bu işi yerine getirebilecek tek kişi tabiî ki Kara Ali’ydi. Üstelik Sultan İbrahim’in boğularak infaz edilmesi sırasında kendisi de Kara Ali’nin yamaklarından biri değil miydi, ne olmuştu yani cellatların piri, padişah cellâdı Kara Ali padişahımız efendimizin haykırışları karşısında infazı gerçekleştirmek istemediyse, daha sonra infazı yerine getirirken göz yaşlarına hakim olamadıysa? Gerçi Kalın Emin de ustasının gözyaşlarına ilk defa şahit oluyordu. O sırım gibi, bastığı yeri titreten, çıplak eliyle adam öldürebilen, her daim belinde taşıdığı şifresiyle sanki bir tablo yaparmış gibi dikkatlice kafaları bedenlerinden ayıran adam ağlamıştı. Kalın Emin kırk yıl düşünce böyle bir şey görmeyi hayal edemezdi.

Kafasında bu düşüncelerle yürüyen Emin birden tanıdık bir çevrede olduğunu fark etti. Hücresinin önüne gelmişti. Soniki gündür hep böyleydi gerçi. Kafasında türlü düşünceler, türlü hatıralarla hiç farkında olmadan yürür olmuştu. Sonunda birden hücresinin önünde olduğunu fark ederdi. Sultan 2. Mahmut’un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa Balıkhane Kasrına kapatılmıştı. Bunun anlamı; eğer bir mucize olmazsa Mehmet Emin Rauf Paşa kısa zaman sonra son yolcuğuna Cellatbaşı Kalın Emin’in elinden uğurlanacaktı. Bu onun gerçekleştireceği ilk infaz değildi peki o zaman bu olayın ortaya çıkmasından beri neden böyle dalgınlaşmıştı?

İlk infazı değildi ya içinde ilk defa böyle duygular ortaya çıkmıştı. Padişahın Sadrazamını Balıkhane kasrına kapattırdığını öğrenince her zaman yaptığı gibi, zindana atılan kişinin sağlık durumunu görmek için bizzat ziyarete gitmişti. Bu alışılmadık şey değildi, bütün cellatlar namuslu insanlardı, hastalıklı, zayıf birisini öldürüp şereflerine leke sürdürmek istemezlerdi. İşte bu düşüncelerle gitti Balıkhaneye. Ama gel gör ki hücreye gidip Mehmet Emin Rauf Paşa’yı gördüğünde hiç beklemediği bir şey oldu. Erkek güzeli Mehmet Emin Rauf Paşa’yı görür görmez vurgun yemişe döndü. Uzun müddet ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeden öylece durdu. Cellatıyla karşı karşıya olduğunu bilen sadrazam ise korkusunu gizlemeye çalışır bir hava ile hücresinde beklemekteydi. O günden sonra Kalın Emin ne yapacağını düşünüp durdu. Mehmet Emin Rauf Paşa hakkındaki karar 3.gün sonunda kesinleşecekti. Eğer bir mucize olmazda cellatın işini yapmasını isterlerse ne yapacaktı? Hem sadrazamı görünce içine dolan bu duygu neydi? İşte kafası bunlarla doluydu.

3. gün sabaha karşı artık kararını vermişti. Bu işi yapmayacak hatta bununla da kalmayıp Mehmet Emin Rauf Paşa’yı bu durumdan kurtaracaktı, bu uğurda canını feda etmeye de hazırdı. Mehmet Emin Rauf Paşa ecel şerbetini içmeyecekti. Bu işi nasıl yapacağına dair kafasında bir plan bile kurmuştu. 4. gün sabahı Balıkhane Kasrı’na gidecek, Mehmet Emin Rauf Paşa’nın işini görmek üzere götürmeye geldiğini söyleyecek ve onu oradan çıkaracaktı, Kara Ali gibi iri yarıydı muhafız olarak gelen askerlerin işini halletmekte zorlanmazdı. Ondan sonrası içinse sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’ya güveniyordu. Koca Devlet-i Aliyeyi Osmaniye’nin sadrazamıydı, bir çıkış yolu bulurdu. Belki bir gemi bulur ve kimsenin onları bulamayacağı yerlere giderlerdi. Tabii sadrazam efendinin kendisini yanında götürmeme ihtimali vardı ama canını kurtarınca o da kendisine minnet besleyecekti. Bu düşüncelerle biraz olsun rahatlamıştı ve ertesi gün dinlenmiş bir şekilde bu işleri yapması gerektiği için uyumaya karar verdi.

Mehmet Emin Rauf Paşa 3 gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle âkıbetini beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa’nın, karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu daha sonra:
—Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?

Not 1:Gerçek olay ve kişilere gerçek olmayan olaylar, kişiler ve mekanlar eklerken kronolojik sırayı dikkate almadım.
Not 2: İhsan Oktay ANAR etkisi ile yazılmıştır (:

11 Eylül 2010 Cumartesi

Sorular çalındı!



Efenim bendeniz naçizane orta okula gidip geldiğim zamanlarda soruların çalındığına bizati şahit olmuş birisi olarak, bugüne kadar sakladığım bu gerçeği artık söylemekte bir sakınca görmüyorum. Birazdan anlatacaklarımın sonucunda bazı kişilerin kellesi istenecek değil, zaten yer de yerinden oynamaz gibi geliyor bana ama dur bakalım hayırlısı.

Orta son sınıftayız ve Cuma günü son dersimiz ve aynı zamanda bir tesadüf sonucu olarak matematik sınavı olan saat gelmiş dayanmış. Tabii öğrenci psikozu bizim tek niyetimiz çeşitli bahanelerle sınavı ileri bir tarihe erteletmek. Tenefüs bitti öğretmenimiz(liseye geçince hoca, orta okulda öğretmen) geldi. Burada parantez açmak istemiyorum ama belirtmem lazım ki matematik öğretmenimiz Zühal hoca’yı çok severdim. 15 yıllık öğrencilik kariyerimde en sevdiğim 5 hoca içerisindedir –hayır ilk dönem karneme aldığımdan bir not yukarısını vermeden önce de seviyordum- diyebilirim diyerek açmadığım parantezi kapatıyorum. Çantasından kağıtları çıkartıp öğretmen masasına koydu. Ben sınıfın orta sıra kısmında en arkanın bir önünde otururdum. Tabi öğretmenimiz sınıfa girdiği andan itibaren biz sınavı erteletmek için söylenmeye başlamıştık bile.

Öyle mi olsun, böyle mi olsun, şu da olabilir derken birde baktım ki ne göreyim hafta sonu oturup iyice çalışmamız için sınavın önümüzdeki hafta içi bir güne ertelenmesine karar verilmiş –öğrenci milletinden korkulu azizim-. Oh ne ala hafta sonu koştur, top oyna diye hayal ederek çantamı toplarken o sırada öğretmenimiz de sınıf içinde dolaşarak muhabbet etmekteydi. İşte her şey bu sırada oldu. Öğretmen masasının önünde, ilk sırada oturan arkadaşımız, ben kendisine kısaca Melih diyorum –ki kendisi sınıfta çalışkan olarak anılan kişilerden birisidir- gayet sakin bir şekilde, hocanın sınıf içinde dolanmasını fırsat bilerek önündeki sınav kağıtlarından bir tanesi aldı ve sıranın gözüne attı. Tabi bunu gören tek kişi ben değildim ve bu olay sınıfta bir heyecan dalgasına bir fısıltı hareketine yol açtı. Zar zor dersin sonunu getirdik ve hemen bir kümelenme oluşturarak okulun ilerisindeki kırtasiyeye gittik. Bizim diğerlerinden farkımız soruların alındığını herkesin bilmesiydi. Fotokopilerimizi çektirdik ve mutlu mesut bir şekilde dağıldık. Neticede kimse vicdan – hak – hukuk demedi. Hafta sonu sınav kağıdını alıp soruların çözümlerini ezberledim, ancak full çeken salakların durumuna düşmemek için o orta okuldaki halimle sorulardan bir tanesini boş bırakmaya karar verdim.

Sınav günü gelip çattığında bence geri zekalı statüsünde ele alabileceğimiz çocukların çektirdiğimiz fotokopilerin sütündeki soruları ona bunu çözdürüp katlayıp cebinde gezdirdiğini sınavda kağıt değiştirmek yöntemini uygulayacaklarını öğrenince küplere bindim(hala o küplerden inmiş değilim). Yapmayın, etmeyin bu kağıt katlanmış öğretmenimiz fark eder, zaten siz bugüne kadar hangi matematik sınavında tüm soruları yaptınız bari bir iki tanesini boş bırakın kadını şüphelendirmeyin dedim ama dinletemedim. Geri zekalı olmanın bir sınırı vardır herhalde ne olacak 5 tane sorunun cevabını nasıl bir insan ezberleyemez acaba diye düşündüm. Bu arada sınıfımızda seren(erkek) ve engin isimli iki dangaloz daha vardı sınıf tekrarı yapıyorlardı ve bu sene geçebilirlerse bu büyük oranda benim sayemde olacaktı. Bu dangalozlar soruları almaya bile tenezzül etmemişler ne de olsa kopya çekeriz diye düşünmüşlerdi. Sınav oldu. Ben ezbere bildiğim soruları cevapladım, kağıt hazırlayanlar değiştirdi, kopya çekmeyi planlayanlar kopya çekemediler. Sınav da kopya çekmeyen dangalozlar sınıfın geri kalanını suçladı, gidip bunlar soruları çaldı diye şikayet etti. Öğretmenimiz o hafta boyunca bu konuda hiçbir şey söylemedi.

Ertesi hafta sınav olduğumuz gün geldi ve biz artık sınav sonuçlarını daha doğrusu bu olayın sonuçlarını merak ediyorduk. Öğretmen geldi, biz sınav sonuçlarını sorduk. O da sınav kağıtlarını yolda giderken otobüste unutup kaybettiğini, o yüzden şimdi aynı sorularla bizi tekrar sınav yapacağını söyleyince bir şok bir sevinç bir hüzün dalgası geçti yüzlerimizden. Ben hafızamı yokladım cevaplar hala ezberimdeydi. Sınav tekrar oldu. Bu sefer kağıt değiştiren zerzavat da sıçtı. Biz de teğet geçmiş olduk böylece. İşte böyle, sonuç falan beklemeyin bir ahlak dersi falan yok. Kpss soruları çalınınca aklıma geldi yazdım işte. Acaba bunlar bizim sınıftaki zerzavatla akraba falan mı diye de düşündüm yani düşünmedim değil.

3 Eylül 2010 Cuma

Deliliğe Övgü

"Ölümlülerin doğal yeteneklerini, saygıdeyer olduğu düşünülen bu kadar bilimi yaratmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya sevk eden neden, şöhrete olan susuzluk değil de ne? Geceler boyu uykusuz kalarak, bu kadar ter dökerek bir çeşit ün, yani beş para etmez bir şey kazanacağını düşündü insanlar, hakikaten zır deliler. Ama bu arada yaşamın en seçkin nimetlerini işte bu deliliğe borçlusunuz; oh ne tatlı bir şey, başkasının deliliğinin meyvelerinden faydalanıyorsunuz." Erasmus